torsdag den 1. september 2005

Barış da, nasıl? - ROJAN HAZIM



Her yılın 1 Eylül günü dünya genelinde barış üzerine yazılı sözlü açıklamadan, konferans, miting vb. aktiviteye kadar birçok etkinlik içinde olunur. Mutlu mutsuz tüm insanlar „barış“a ilişkin umut ve dileklerini dile getirirler. Türkiye’de ise 1 Eylül dünya barış gününe, „barışın katli“ ile girildi. Batman ve Beşiri ve daha birçok Kürdistan kent ve kırsalında yapılan askeri operasyonlarla birçok Kürt gerilla ve sivil öldürüldü. Ve bu saldırılar PKK [Kongreya Gel]’nin „bir aylık eylemsizlik“ süresinde oluyor. Öncelikle „30 Ağustos Zafer Bayramı“ TSK tarafından tam bir „Türk şovenizmi gösterisi“ne dönüştürüldü. TSK Genel Kurmayı daha önceleri dile getirdiği „anti terör ulusal halk cephesi“ çağrılarını yineledi ve „Türk ordusunun kışlası halkın yüreğidir“ sloganıyla Türk ulusunu birlik olmaya, diğer kurumları da ellerini taşın altına sokmaya çağırdı! 83 yıl önceki „zafere“ dikkat çeken Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök, „toplumsal güveni arttıracak ve istikararı kalıcı hale getirecek çözümün“, Anayasa’nın „değiştirilemeyecek hükümleri“ olarak sayılan maddelerine sıkı sıkıya bağlılıktan geçtiğini belirtti. Yine „30 Ağustos Zafer Bayramı“ resepsiyonunda biraraya gelen TC devlet yüksek katı, Kürtlerin hak arama savaşımlarına olan nefretlerini yüksek volumla dile getirdiler. Böylesi anlarda en radikal konuşmaları TSK-KK Komutanı Yaşar Büyükanıt yapıyor. Anıt’ın, Batman ve Beşiri olaylarıyla ilgili olarak Türk basın mensuplarının yönelttiği bir soruya verdiği yanıt, hem niyetlerini, hem de korkularını yansıtması bakımımdan ilginçti: „"Türkiye Filistinleştirilmek isteniyor. Benim bugün söyleceğim bu. Biliyorsunuz ben söyleyeceğimi doğrudan ve kısa biçimde söylerim.".  Büyükanıt, "Kim veya kimler istiyor?" sorusuna, "Ben şu veya bu demiyorum" diyerek şu yanıtı verdi: "Cenaze törenlerini izlediniz. Otobüs veya ona benzer bir şeyin üzerinde cenaze geliyor. Bunu kim organize ediyor: Yasal bir siyasi parti."
Büyükanıt, "DEHAP'ı mı kastediyorsunuz" sorusuna ise "Ben isim söylemiyorum ne diyorum bir yasal parti. Bu kadar." [31 Ağustos 2005 / Çarşamba / Muhtelif Türk basını]
Büyükanıt gazetecilerle yaptığı bu sohbette Kürtleri tehdit etmektende geri durmadı: “Terör olayları”nı değerlendirirken dış desteğe de dikkat çeken Orgeneral Büyükanıt, özellikle Danimarka örneğini verdi: "Danimarka NATO üyesi müttefikimiz değil mi? Ama PKK televizyonu bu ülkeden yayın yapıyor. Bu normal bir televizyon yayını değil, operatif görev yapıyorlar. Bir birliğimiz kafasını çıkarsa hemen bu TV yayını kesiyor ve birliğimiz hakkında, operasyonun yönü hakkında yayın yapıyor. Ben Danimarka'yı da ikaz ettim, ediyorum. Hakları yok. Hazmedemiyorum. Bütün dünyanın terörle mücadele kararı aldığı, mücadele ettiği dönemde müttefiklerimiz bunu nasıl yapıyorlar?". Org. Büyükanıt, Güneydoğu'da uzun yıllar görev yaptığını, yöre halkına minneti olduğunu belirttikten sonra da şu değerlendirmeyi yaptı:
"Hepsi bizim vatandaşımız. Kimseye kötü niyetle bakmamız mümkün değil. Ama bugün çok daha büyük bir olayla karşı karşıyayız. Eğer birileri ajite ediyor ve kalkışmaya çevriyorsa ve buna başka yerlerden (batıdan) reaksiyon geliyorsa, işte bu Türkiye için en büyük felaket olur. Birileri bir tarafı ajite ederken diğer taraftan gelecek tepkiyi görüyor mu?" [31 Ağustos günkü Türk basınından]

1 Eylül dünya barış günü arefesinde TSK kurmaylarının, ve MGK’nin açıklamaları, yayınladıkları mesaj ve bildirilerin muhtevası çok netti, o da barış karşıtlığıydı!

Barış algılamaları
Herkesin, her kesimin ”barış” algılaması kendine göre oluyor. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti devlet yöneticilerine göre de bir ”barış” beklentisi ve izahı vardır. Onların ki, ”Ne mutlu Türküm diyene” ile özetlenebilir. Eğer tüm ”Türkiye”de, herkes kendini ”halis muhlis Türk” hissederse, dış güçlerin piyonu olmayıp Türkiyenin düzenini dirliğini bozmaya kalkışmazsa, ”mesele” yoktur, herkes ”barış ve huzur” içinde ama tabii ”Türk” olarak yaşar gider!
TC’nin ”misak-ı milli” sınırları içinde zapturapt altına alınmak istenen Kürtlerin de hiç kuşkusuz kendine göre bir ”barış” anlamlandırması var. Ancak Kürtlerin ”barış” algılaması ile evrensel barış anlamlandırması çakışıyor. Barışın evrensel algılanmasında, her insan, her toplum, her toplum kesimi, her halk, her ulus, kendi öz kimliğiyle, özgür ve mutlu yaşıyorsa ancak barıştan sözedilebilir. Ayrıca barış, bir de kategoriksel özellik taşır; adil barış, makul barış ve konjonkturel barış gibi. Bu tasnife göre de, herkesin bir ”adil”, ”makul” ve ”konjonkturel” barışı olabilir. Ne var ki, önemli ve kayda değer olan yine ”evrensel özellik”tir. Bunu Kürt özelinde somutlaştırmak gerekirse, evrensel ölçüleriyle ve Kürtler bakımından ”adil barış” çok somut olarak şu anlama geliyor: Işgal, ilhak ve sömürge boyunduruğundan kurtulmuş, özgür ve demokratik norm ve standartların egemen olduğu bir bağımsız Kürdistan devletinin kurulması, Türkiye ile iyi komşuluk ilişkileri içinde yanyana yaşamanın sağlanmasıdır. Işte bu çerçevesi belli olan ”adil barış” kurulmadan, iki ulus arasındaki ”konflikt” tam anlamıyla giderilmiş olmaz.
”Makul barış” da, iç ve dış genel koşulların, güç ve olanakların seferber edilerek, tarafları birbirine azamiye yakın derecede yakınlaştırıcı bir ortak paydanın sağlanmasıyla olur. Bu kategoride, genel halk tabiriyle, görecelide olsa ”alan da razı, veren de razı”dır.
”Konjonkturel barış” ise, iç ve dış koşullar, zamanlama, güç ve olanaklar gibi çok yanlı ve girift faktörlerin belirlediği ve bir ”geçici uzlaşma” ile sağlanan barıştır. Bu statüde, taraflar kuşkusuz mutlu değildirler, çünkü tümüyle iç ve dış konjonktürün ortaya çıkardığı bir ”dönemsel barış”tır.
Şimdi Türkiye ve Kürdistan tarafları, bu sınıflandırmanın neresinde ve hangisine uzak veya yakındır? Yanıt çok net ve kısa; hiçbir yerinde! Bir kez, Türkiye ve Kürdistan güçleri arasında ”barış” yok ki, bir kategorisi olsun! Yıllardır biriktirilerek, katlandırılarak, dağ haline getirilen ”sorunlar”, bugün tam bir ”kördüğüm”e dönüştürülmüş durumda. Ve pek tabiidir ki bu sonucu yaratan TC devletidir. ”Sorun”un karekter ve niteliğinde bir değişiklik yoktur. Herzamanki gibi, Kürdistan sömürgedir, TC sömürgecidir ve TC’nin politikaları temel ve nitel olarak aynı baskıcı ton ve dozda devam ediyor. Ikibinli yılların başından bu yana görülen kimi nicel değişimler kuşkusuz en başta iç dinamiklerin, yani Kürt dinamiğinin savaşımı ve dış dinamiklerin yani öncelikle AB’nin pres ve yönlendirmesi ile gerçekleşti ki onlarda TC devlet birim ve yönetimlerince bir türlü ”içselleştirilmiyor” ve yığınla engellemelerle ya uygulanmıyor ya da rayında saptırılıyor.

Sunulan ”barış”
Kürdistan sorununa TC’nin yaklaşım geleneği, bu aralar üst düzey kurum, organ ve yöneticiler tarafından çok yüksek sesle tekrar ediliyor. Nedir bu; ”Kürt sorunu” yoktur, ”Terör sorunu” vardır. Yine ”alt kimlik” ”üst kimlik”, ”devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” gibi tanım ve kavramlar ardarda sıralanıyor. ”Kürt sorunu” ile ilgili genel ve özel politikaları Türk Silahlı Kuvvetleri [TSK] oluşturuyor ve bunu ya direkt ya da Milli Güvenlik Kurulu [MGK] aracılığıyla kamuoyuna deklare ediyor ve bunu hükümetlerin, idari birimlerin uygulama nizamnamesi olarak önlerine koyuyor. Bunun dışına kimsenin çıkamayacağı da tecrübeyle sabittir. Şimdi bu TSK damgalı ”Kürt politikası” nizamnamesi 23 Ağustos MGK toplantısı sonrasında da gayet net olarak ”ilgili çevrelere” sunuldu. Ardından Genel Kurmay başkanının bir askeri törende yaptığı konuşmayla daha bir detaylandırıldı. En başta Kürtlere gönderilen mesaj açıktı; mevcut ”Türk Anayasası”. Anayasa hatırlatması ile söylenen belliydi. ”Herkes Türk Anayasasına uygun davranacak”!

Ne diyor anayasa;
BAŞLANGIÇ (Değişik: 23.7.1995-4121/1 md.)
Türk Vatanı ve Milletinin ebedî varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;
Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedî varlığı, refahı, maddî ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;
Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;
Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;
(Değişik: 3.10.2001-4709/1 md.) Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;
Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu;
Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu;
FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere,
TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.
I.  Devletin şekli
MADDE 1. – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
II.  Cumhuriyetin nitelikleri
MADDE 2. – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
III.  Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti
MADDE 3. – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.
Başkenti Ankara’dır.
IV.  Değiştirilemeyecek hükümler
MADDE 4. – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.
”Türk Anayasası”nın ”dibacesi” ve ilk dört maddesi, yukarıda görüldüğü gibi, bırakın değiştirilmesi, esnetilmesi dahi mümkün olmayan mutlak çerçevedir. Bu Türk giysi şablonu Türk’e göre dizayn edilmiş, ona göre hazırlanmış, elbise bu şablona göre biçilmiş, dikilmiş ve Türk’e giydirilmiştir. Türk olmayanlar ise, istesin veya istemesinler, bu elbiseye sığmak, dahası kendilerini sığdırmak zorundadırlar, bu belgeye göre! Bu elbiseye sığmam ve ayrıca sığmakta istemiyorum diyen yalnızca Kürtler.
Bu anayasa hatırlatması özellikle başbakan R. Tayip Erdoğan’ın Diyarbakır’da ”Kürt sorunu” tanımlamasından sonra yapıldı. Gerek MGK’de ve gerekse TSK kurmaylarının bir vesile ile yaptıkları konuşma ve açıklamaların amacı, ”geleneksel devlet çizgisi”nden sapan başbakanı caydırmaktı, ama esas gönderme Kürtlereydi. Kürtlere, ”bizim size biçtiğimiz gömlek budur ve giyip giymeme şansınız yoktur, sadece giyeceksiniz” dendi. Bu Anayasa ”giriş” yazısı ve ilk dört madde ”Türk devlet mevzuatı”nda durduğu sürece, nasıl bir ”barış” düşünülüyor doğrusu merak konusudur! ”Türk milleti”, ”Türklüğün ruhu”, ”egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu”, “Millî marşı İstiklal Marşı’dır” gibi kesin ve şoven “belirlemeler” ile yapılan belgeli, “anayasalı” Kürt ve Kürdistan red ve inkarcılığı, hangi “barış”a imkan verecek?
“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.” diyor “Türk anayasası”.

Ne deniyor “Türk istiklal marşı”nda;
“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!”
Türk devleti, bu Kürt ulusunu yok sayan, ırkçı sembol ve marşlarla nasıl bir ”barış” tahayyül ediyor?
Keza anayasa da şöyle tarif edilen TBMM; ”MADDE 7. – Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”, nasıl bir ”iç barış ve huzur” sağlayacak? TBMM’ye seçilen milletvekilleri şu yeminle ne türden bir “refah ve mutluluk” gerçekleştirecekler, ”temel hak ve özgürlükleri” nasıl temin edecekler?
”Milletvekilleri görevlerine başlarken aşağıdaki şekilde andiçerler:
"Devletin varlığını ve bağımsızlığını, yurdun ve halkın bölünmez bütünlüğünü, halkın kayıtsız şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ve Atatürk ilkelerine bağlı kalacağıma; halkımın refah ve mutluluğu için çalışacağıma; her yurttaşın insan haklarından ve temel hak ve özgürlüklerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya bağlılıktan ayrılmayacağıma; namusum ve şerefim üzerine and içerim."
Bu belgeler, devletin uygulamaları, başta TSK olmak üzere, hükümet ve diğer devlet organları ve zevatının açıklamaları, Türkiye’nin ”resmi sınırları” içinde yer alan halklara hiçte ”adil” hatta ”makul” barış vaat etmiyor. Bu sisteme, devlete ve toptan baskıcı rejime tek örgütlü ve etkin muhalefet eden Kürtlerdir. Kürtlere de sunulan en ileri teklif; ”Lazlar, Çerkezler, Gürcüler, Arnavutlar, Boşnaklar, Araplar gibi davranın, kendinize Kürt diyebilirsiniz, kolektiv haklardan asla sözetmeyin, bireysel haklarla yetinin”dir. ”Çünkü” diyor TC devleti yöneticileri; ”bütün bu ”alt kimlik”lere karşın, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türktür”! ”Alt kimlik” ”üst kimlik” sınıflandırmasını diğer ”topluluklar” kabullendiğine göre, Kürtler neden reddediyorlar diye kızanlar sadece ”devletin sahipleri” değil, ”aydın” zümre de aynı frekanstan yayın yapıyor ve Kürtlerden ”aşırı taleplerden -[aşırılık nedir, izah etmeden]- vazgeçin” isteniyor. Kürtlerin dışındaki ”etnik topluluklar” da, ”Türk anayasal gömleği”ni giymiş ve ”etnik orijinlerini” sadece nostaljik olarak ifade ediyorlar ve yeni Türk tezini, yani ”alt kimlik” olma aşağılamasını kabullenmiş durumdalar. Kaldı ki, bu ”üst kimlik” ve ”alt kimlik” öneri ve tartışmaları tam anlamıyla ”neo apartheid”çi bir anlayıştır, katıksız bir ”yeni beyaz” ırkçılığıdır. Bu ”akademik demogoji”yle yapılan ”alt kimlik” ”üst kimlik” tartışmasıyla, aslında ”Türk üstünlüğü” dayatılıyor. Bu ”tez” ve ”retoriğin” sahipleri, halkların eşitliğine inanmayan, ”ne mutlu Türküm diyene”nin kılıflanmış, makyajlanmış versiyonuyla ”pantürkizm” değirmenine su taşıyorlar. Kürtler, ”alt kimlik” saçmalığını tartışmak değil, ciddiye bile almazlar. Hiçbir halk, ulus bir diğerinden ”üst” veya ”alt” değildir. Bu kaba demogojiyle ”Türk hakimiyetli yeni modeller” yaratmak isteyen maskeli Türk akedemisyen ve teorisyenleri ve onların bu ”yeni ırkçı, şoven tezlerini” medya kanalıyla piyasaya süren basın mensupları boşa kürek sallıyorlar. Özgüvenli hiçbir etnik topluluk, halk ve ulus, bu ”neo Türkist” düşüncelere itibar etmez, ”alt kimlik” tanımlaması gibi bir aşağılanmayı benimsemez ve reddeder! Bu ”alt kimlik” ”üst kimlik” tasnifçileri, son yıllarda geliştirilen ”Türkiyelilik” kavramının Kürtler bakımından ”ehven-i şer”liği belirtilmesine rağmen, onu da benimsemiyor ve ”Kürtçülerin işine yarayan ve ardında bölücülük olan yanıltıcı bir kavram” denilerek kabullenmiyorlar. Kullanmak isteyen çevrelerde ”Türk hakimiyetli” olmak şartıyla ”olabilir” diyorlar, yani ”Türkiyeliyiz, ama yine de hepimiz Türküz” şeklinde algıladıklarını belirtiyorlar. Nitekim, başbakan Diyarbakır’da ”Kürt sorunu” tanımlamasını yaptığı halde, ardından ”tek millet, tek bayrak, tek devlet” sloganınıda vurguyla haykırmak gereği duymuş ve ”bölücülere” uyarıda bulunmuştu!
Başbakanın ”Kürt sorunu” demesinin TC devleti katında yarattığı sarsıntı MGK toplantısında TSK’nin balans ayarlaması ile giderildi ve tüm TC devleti organ ve birimleri geleneksel hizaya çekildi. Başbakan ve hükümet de, ”esasında sizden farklı düşünmüyoruz, söylemek istediğimiz yanlış anlaşıldı” diyerek TSK’ye biat ettiler.

Kuşkusuz başbakanın, -[sonradan vitesi geri almasına karşın]-, bu “Kürt sorunu” sözünü kullanması olumluydu ve zaten tüm Kürtler bu “kadir bilir”liklerini ifade ettiler ve başbakanı bu sözün ardında durması için yüreklendirici anlamda desteklediler. PKK [Kongreya Gel] bir aylık “eylemsizlik” kararıyla doğru bir adım attı. Ne ki, başbakan da, hükümet de pratikte sadece söyledikleriyle kaldılar ve TSK’nin MGK’de koyduğu sınırlar içine usulca girdiler. Islamcıların “demokrasi söylemleri”nin handikaplı olduğu 1997’deki Erbakan hükümeti döneminden biliniyordu. Ancak herşeye karşın kendilerininde elini kolunu bağlayan TSK’nin kuşatmasını en azından zorlayacakları bekleniyordu ki hem başbakan, hem de hükümet, topyekün demokrasi güçlerini daha ilk etapta düş kırıklığına uğrattılar. Gerçi başbakan ve hükümet ile ilgili olarak, hatta başbakan tarafından sarfedilen bu son söz, yani “Kürt sorunu” tanımı da, koşullar ve hükümetin genel yapısı dikkate alınmadan çok abartılı bir biçimde değerlendirildi ve ona göre de beklenti çıtası yüksek tutuldu, ama tabi başbakanın ve hükümetin MGK çıkışında TSK’nin paspası olacağıda en azından beklenmiyordu. Şimdi artık başbakanın 12 ağustosta Diyarbakır’da söylediği değil, 23 ağustosta Ankara’da, MGK’nin Çankaya zirvesinde ve sonrasındaki söylemi ve pratiği önem taşıyor. O da ne yazık ki, TSK dominantlı geleneksel TC devlet politikasıdır. Ve o da Kürt’e “Kürt olarak”, “Türkiye’nin misak-ı milli sınırları” içinde de olsa “Kürdistanlı olarak”, yaşam hakkı tanımamadır.

Kürt’ün arzusu
Kürtlerin kuşkusuz arzusu Türk halkıyla, Türk devletiyle, bir “adil barış” içinde yanyana yaşamaktır. O da, bağımsız Kürdistan Devleti ile mümkündür. Ne ki, adil barış yolu her zaman “meşakkatli”dir ve Kürtler de bunun bilincindedir. O nedenle Kürtlerin bugün mevcut şart ve olanaklar içinde aradıkları “makul bir barış”tır. Makul barışın çerçevesini ise iç ve dış koşullar, tarafların güç ve olanakları belirler. Her türden barışta olduğu gibi, “makul barış”ta da tarafların birbirlerini olduğu gibi kabullenmesi ve karşılıklı “taviz” vermesiyle gerçekleşebilir. “Taviz” sözcüğü çok antipatiktir elbette, ama kolektiv yaşam, birlikte yaşam, yanyana yaşam tavizsiz gerçekleşmiyor ne yazık ki. Türkler ve Kürtler, verili koşullarda “makul barış”ı aramak durumundadırlar. Bu amaca yönelik çok samimi ve aktiv çaba sadece Kürt tarafında görülüyor. Kürtler, Türklerin kendi “Türk ulusal değerlerini” önemsemelerine, hatta kutsamalarına saygı gösteriyor. Ne var ki, Türkler, Kürtlerin “ulusal değerlerine” saygı bir yana, varlığını bile kabul etmiyorlar. Türkler bayraklarına, marşlarına değer veriyorlar ve bu onların hakkıdır, Kürtlerde onların bu “sevgisine” saygılı davranıyorlar. Ancak, Türkler, Kürtlerin bayrağına “çaput, bez parçası” diyor, Kürt ulusal marşını, “ne idüğü belirsiz avaz” olarak değerlendiriyorlar. Kürtlerin tüm ulusal sembol ve değerlerine “sözde” diyerek aşağılıyorlar. Türkler bununla da kalmıyor, Kürtlerin kendi “Kürt ulusal sembol ve değerlerine” sahip çıkmalarını bile yasaklıyorlar. Şimdi bu denli kaskatı ırkçı Türk mentalitesiyle nereye varılabilir? Bunun cevabını en başta Türklerin araması gerekmez mi?
Kürtler ulusal demokratik hak ve hukukları için meşru ve haklı bir savaşım veriyor. Türkler bu hak aramayı da “terör” heyulasıyla boğmaya çalışıyorlar. Oysa ortada bir “terör”den sözedilecekse bu TC’nin “devlet terörü”dür. Kürtler TC’den, bu “devlet terörü”ne son vermesini istiyor ve sorunları masa başında karşılıklı müzakere ederek çözmeyi öneriyorlar. Kürtler Türkleri diyaloga çağırıyorlar. Kürtler “makul barış”a ancak karşılıklı diyalog ile varılabileceğini belirtiyorlar. Ve Kürtler, Türklere çok açıkça “diyalog olmadan savaşım durmaz, barış olmaz” diyerek dürüst ve şeffaf davranıyorlar. Kürtler, TC devletini “aklı selim”e davet ediyor ve benzer uluslararası sorunların çözüldüğü türden bir eksene gelmelerini içtenlikle arzu ediyorlar. Ne var ki, TC devleti kulaklarını tıkamış ve Kürtlere geleneksel politika ve yöntemlerle yanıt veriyor. TC devletinin seçtiği bu yol çıkmaz sokaktır.

Kürtlerin ve Türklerin pozisyonu
TC hükümeti başbakanının belirttiği “Kürt sorunu” ile ilgili tarafların pozisyonu nedir? Bir kez, tüm iyimser değerlendirmelere karşın, TSK’nin reddettiği, ama başbakanın söylediği gibi sorun sadece “Kürt sorunu” da değil. Sorun daha kapsamlı bir coğrafya yani “Kürdistan sorunu”dur. “Kürt sorunu” tanımlaması, bugüne kadar TC’nin resmi sorumlularınca ilk kez dile getirildiği için Kürtler tarafından çok abartılı da olsa olumlu değerlendirildi. Ne ki, iş sorunu adıyla da olsa dile getirmekle bitmiyor. Pratik önemli. Sorunu çözmek için ne yapılacak veya ne yapılmak isteniyor? Bu önemlidir ve bu bekleniyor. Ancak 23 ağustos MGK toplantısı sonucunda yapılan açıklama, TSK genel kurmayının çeşitli vesilelerle yapageldiği konuşma ve kamuoyuna sunduğu bildirilerden gayet açıkça anlaşılıyorki, TC devletinin geleneksel politika ve tavrında bir değişiklik yoktur. Hatta yakın vadede bir “yumuşama” belirtisi de görülmüyor. Aksine MGK Genel sekreterliği Kürtleri uzun vadede tırpanlayıcı, dağıtıcı, demografik yapıyı altüst edici planlamalar yapıyor. Tam bu ara basına sızdırılan plan da artan Kürt nüfus ile ilgilidir. Bu planın pratikte nasıl gerçekleştirileceği bir yana, sadece psikolojik düzeyde bile Kürtleri tedirgin edici bir işlev görüyor. MGK genel sekreterliğinin tasarladığı “Kürt nüfus planlaması” anlaşılıyorki çok ilginç sonuçlar doğuracak: Kürdistan kentlerine tam techizatlı jinekoloji merkezleri kurmaları gerekecek. Kadınlara doğum kontrol hapları, fitilleri dağıtılacak, spiraller takılacak, erkeklere kondom verilecek, kadın ve erkeklerin kordonları bağlanacak vb.! Bir bu kalmıştı, TC devleti artık Kürtün yatağına da müdahale edecek! Elbette çağdaş toplumlarda “nüfus planlaması” denen bir olay var ve uygulanması doğaldır. Ne ki, TC devletinin sağlıkla ilgili birimlerinin değil de, “milli güvenlik” ile ilgili en üst kurumunun yani MGK’nin sadece Kürt nüfus artışı ile ilgili bir “fizibilite raporu” hazırlaması ve artan Kürt nüfustan kaygı duyulduğu yönünde sonuç çıkarması, hayra alamet değil. Belli ki, TC devleti, çağdaş toplumlarda olduğu gibi, çağdaş yöntemler kullanmayacak, güvenlik birimlerini devreye sokarak bu “nüfus artışını” durdurmaya çalışacak. Zaten bugüne dek yaptığı da buydu ve öyle görülüyorki aynısını devam ettirecek. Bu da, tehcirdir, sürgündür, katletmedir, daha çok baskı ve sindirme ile homojen Kürt nüfusu dağıtmadır, asimilasyon çarkını azgınca işletmedir. Buna göre TC devletinin “Kürt sorunu”nu çözme politika ve pozisyonu nettir: barış yok savaşa devam!
Mağdur taraf olarak Kürt ulusunun en geniş yelpazede ve tüm tandanslarıyla politik öncülerinin, ne yazık ki, ne aktiv savaşım, ne de barış konusunda bir netliği var. Iki arada bir derede, ayarsız bir tutum içinde gidilip geliniyor. Yakın, orta ve uzun vadede ne istenecek, nasıl istenecek, ne kadar istenecek, asgari ve azami sınırlar nedir ne değildir, belirsizdir. Toplam olarak Kürtlerin istikrarlı, sistematik ve çok alternatifli savaşım planları yoktur. Palyatif yöntem ve günübirlik politikalarla yolalmaya çalışıyorlar. Hal böyle olunca, ne TC devleti katı pozisyonundan caydırılabiliyor, ne de uluslararası meydanda aktiv arabulucular bulunabiliyor. Kürtlerin hak arama savaşımı, özgürlük ve eşitlik talepleri doğrudur, haklıdır, meşrudur ama bu acil ve pratik çözüm üretmeye yetmiyor. Ulusal ve uluslararası konjonktür ve denklemlere göre nasıl bir “barış” isteniyor ve bu “barış” hangi araç, yöntem ve planla elde edilecek, belirsizliğini koruyor. Kürtler otonomi mi, federasyon mu, konfederasyon mu, bağımsızlık mı veya otonominin de gerisinde bir model mi ya da sadece “Kürtçe konuşma ve müzik serbestisi” mi, ne istiyorlar? Kürt dinamikleri elbette tekil ve parçalı olarak bu yelpazede yer alan model ve talepleri, kavramsal düzeyde öne sürüyorlar. Bu değişik çözüm modelleri içinde, bağımsızlık isteyen kesimin programatik ve şematik olarak çok detaylı bir planı, projesi “masaya” konacak somutlukta bulunmasa bile, Türklerden ayrı olarak devletleşmeyi öngörüyorlar ve o eğilim bu açıdan bir netlik arzediyor. Ne ki, “federal çözüm” isteyenlerin net ve detaylı bir planı yoktur. Evrensel manada, bağımsızlığa yakın, Kürt ve Türk olmak üzere iki devletli, “Konfederal çözüm” isteyen zaten henüz yoktur. “Otonomi” önerisini kimse ağzına bile alamıyor. Bunun dışında, çok geri düzeyde de olsa, başka bir kurumsal model arayışı da ne yazık ki görülmüyor. Tüm bunlar dağınık bir biçimde olsa bile, aslında aranan bu değil. Beklenen, olması gereken, Kürtlerin birlik içinde, ulusal konsensusla ne istediğidir. Bu “ulusal konsept”, “Kürt ulusal mutabakatı” ortaya çıkmadan, ne TC devleti geriletilebilir, ne de uluslararası güçler devreye sokulabilir. Kürt ulusal mutabakatı, heterojen Kürt politik yelpazesi ve diğer ulusal dinamiklerinin, -geri veya orta ya da ileri bir model üzerinde-, asgari ortak görüşü ile oluşabilir. Ne ki, bugün böylesi bir “ulusal mutabakat platformu” yaratmadan uzaktır Kürtler. Kürt “ulusal bileşenleri” içinde kuşkusuz güç dengeleri ayrı ve değişkendir. Toplam Kürt politik yelpazesinde, halk temsiliyeti ile ilgili oranlamada pozitiv sonuçlar somut olarak var. Bu varolan oran ile de TC devleti, Kürtler bakımından politik olarak partnersiz değildir. Gerilla geleneğini yaratan ve kumanda eden politik güç olarak ve tüm versiyonlarıyla PKK [Kongreya Gel], eğer kurulabilirse “masa”, Kürt tarafıdır. Ancak, sözünü ettiğimiz genelleme içinde, spesifik olarak PKK geleneği, askeri ve sivil alanda, hangi ölçüde etkin olursa olsun, toplam Kürt tarafı, TC devletinin politika ve pozisyon netliğini, ne yazık ki taşımıyor. Ve bu Kürtler bakımından ciddi bir handikaptır.
Sonuçta “umutsuzluk” yoktur kuşkusuz. TC başbakanı, bir kısım Türk aydını ve basını çok geri bir tanımlama ile ve sadece teorik olarak “Kürt sorunu” diyorsa, bu herşeye karşın iyidir, olumludur. Ancak anlam kazanabilmesi pratik sonuçlarıyla ölçülür ki bu konuda ciddi endişeler var. Kürtlerin her türden savaşımı gevşetmeden, ama özellikle sivil ve demokratik savaşımı derinleştirerek, boyutlandırarak, kararlıca, zaman ve koşulları sağlıklıca değerlendirerek meşru hak arama, özgürlük ve eşitlik savaşımlarını arzulanan “barış” elde edilene kadar ısrarla ve de kesintisiz sürdürmeleri zorunludur. Kürt ve Kürdistan sorunu ile ilgili olarak, özellikle TC devleti gibi inkarcı bir güçle savaşılırken, yakın vadede arzulanan sonuçların elde edilemeyeceği biliniyor. TC devleti ile savaşımın, “adil barış” bir yana, “makul barış”ın sağlanmasının bile, çok zaman alacağı sır değil. Bu bakımdan, “konjonkturel barış” gibi ara çözümlerin de zorlanması, savaşımın sağlıklı gelişimi açısından önemsenmelidir. Ne var ki, burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus şudur; tür ve kategorisi, zaman periyodu ne ölçüde olursa olsun, elde edilen kazanımlar, kurumsal sonuçlar ortaya çıkarmıyorsa, “barış” kalıcı olmaz.
Doğru barış, adil olan barıştır. Kürt halkı adil barışı arıyor, ama diğer “barış” modellerini de dışlamıyor. Türk halkı, Türk aydınları, kendi devletlerini, kendi TSK’lerini [Türk Silahlı Kuvvetleri], Kürt halkıyla savaşmaya son vermeye çağırmalıdırlar. Kürt halkına ve politik öncülerine “silahlı savaşımı kayıtsız koşulsuz bırakın” demek, iyi niyet sınırlarını zorlayan ve pratikte bir tür “TC devletinin anayasal konseptine boyun eğin” anlamına geliyor. TC devletinin “anayasal konsepti”ni de yukarıda aktardık. Eğer Türk sivil toplum güçleri ve aydınları da, Kürtlere “mevcut anayasal çerçeveye girin” diyorlarsa, zaten TSK’nin, MGK’nin de istediği budur. O zaman da ortada bir “sivil ve aydın tavrı”ndan sözedilemez.
Barış, Kürtlerin hak arama savaşımına, özgürlük taleplerine pozitiv yanıtla ses vermektir. Kürtlerin özgürlük istemleri, Kürt ulus kimliği ve coğrafyasal Kürdistanlılık olarak tanınmadan, kalıcı barış olanaksızdır.
TC devletinin geleneksel ve mevcut politikalarından anlaşılıyorki, bu hamur daha çok su alacak. Ama Kürtler yine de adil barış için savaşımlarını ısrarla sürdürecekler, sürdürmek zorundadırlar. Kürtler haklıdır ve kazanacaklar, bu kesindir.
Barış üstün gelsin!

ROJAN HAZIM
1 Eylül 2005