søndag den 26. december 2004

AB ve alakurdalık - ROJAN HAZIM



AB’nin kapısı 16-17 Aralık 2004, Brüksel zirve toplantısında açılmadı, ama bir ”kıl”aralandı! Bu beklenen bir gelişmeydi ve ”müzakerelere başlama tarihi” olarak 3 ekim 2005 AB yüksek konseyinde benimsendi ve sonuç bildirgesinde yer alarak formelen ”resmileşti”! Ne ki, sonuç bildirgesinde kimliksel olarak adıyla sanıyla Kürtlerin esamesi bile yoktu! Bu çok açıkça Kürt hanesine yazılması gereken kocaman bir başarısızlıktır! Ama kuşkusuz Kürt öncüleri bunu üstlerine alınmazlar, bu gayet iyi biliniyor, o nedenle kısaca değinip geçiyoruz!. 
AB ve Türkiye ilişkilerinin tarihi, TC yetkililerinin belirttiğine göre 41 yıla dayanıyor. Ne demeli?! 41 kere maşallah! Ne ki, 41 yılın sonunda bir nebze de olsa muratlarına ermedilerde değil hani! Bu 41 yılda Türkiye, antidemokratik ve faşîzan yapı ve sistemiyle ancak kamplumbağa hızıyla yol alırken, AB ve birliği oluşturan ülkeler, yaşamın hemen her alanında, çok orantılı ve dengeli olmasa da, neredeyse ses hızında ilerleme ve gelişme kaydettiler. AB, özellikle 90’lı yıllardan itibaren ciddi anlamda bir yapısal büyüme gösterdi. 90’lı yılların ikinci yarısına dek olan sürede birliğin ekonomik altyapısı sağlamlaştırıldı. 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren de politik ve yönetsel üstyapıyı şekillendirmeye başladılar. Birliğin ekonomik ve politik temel ve çatısını atarken de, bu sürede yapının içini gelişme trendine paralel insan amaçlı norm ve etik değerlerle doldurdular. Bu norm ve değerler toplamında ana sütunu insan hakları, gerçek demokrasi, hukuk, adalet ve toptan etnik ve azınlık hakları oluşturdu. Zaten AB, 90’lı yılların başından itibaren genişlemeyi programlarken, bu norm ve değerleri sistematize etti ve birliğe katılımın temel koşulu haline getirdi. Onun içindir ki, özellikle politik koşulların çerçevesini 1993 Haziranındaki Kopenhag zirvesinde oluşturdular ve bu ölçüleri ”Kopenhag Kriterleri” olarak birliğe girişin vizesi haline getirdiler. AB, başından itibaren kendini kurar ve büyütürken, iç gelişme dinamiklerini hep canlı tuttu, fonksiyonel kıldı. Bunun yanısıra, özellikle kara avrupası içinden üye alımında çok sıkı veya ”mükemmelliyetçi” davranmadı. Birçok batı ya da doğu avrupa ülkesini, ekonomik ve de politik kriterleri çok detaylı ve eksiksiz yerine getirmeden, ancak ”müzakere süreçleri”nde olgunlaştırarak, içine aldı. Bu bir bakıma doğaldı da. Coğrafyasal, tarihsel, kültürel, sosyal, dinsel ve etnik olarak Yunan Trakyası’ndan atlantiğe kadar olan geniş kara avrupasında yaşayan halklar birbirlerine daha yakındılar. Bundan dolayıdır ki, özellikle 1990 başından itibaren, Sovyetler Birliği ve bloğunun dağılmasından sonra, doğu avrupa ülkelerinin çoğu AB içine alındılar. 2004’e gelindiğinde AB sınırları Karadenize uzandı. Gerçi Romanya ve Bulgaristan henüz tam üye değiller ama bir beklenmedik kaza olmazsa 2007 de onlar da tam üye olacaklar, ki Hırvatistan da aynı yolda. Türkiye ise daha yeni son Brüksel zirvesinde „müzakerelere başlama“ tarihi olarak 03 Ekim 2005’i alabildi. Kaldı ki, neredeyse mitolojik anlatımla, en iyimser tahmin olarak 15-20 yıldan söz ediliyor, tam üyelik için, ki o da eğer 3 ekime dek özellikle „Kıbrıs’ı resmen tanıma“ gerçekleşir ve „müzakereler“ başlayabilirse!

Duvara karşı
Türkiye, AB’ye üyelik sürecinde duvara karşı hız yapıyor! Tabi bu „vasıta“ hızı değil! Zaten aslında TC’nin kendisi de bu „müzakere tarihi”ni aldıktan sonra hızını, „kaplumbağa hızı“nın ayarından çok daha gerisine çekecek. Büyük ölçüde bir ileri iki geri, çok sıkıştırılırsa da iki ileri bir geri ile yolaldığını hissettirmeye çalışacak. Bunun sinyallerini, „3 ekim 2004“ tarihini duyduğuna iyice emin olduktan, AB zirve toplantısı resmen bittikten sonraki basın toplantısında bizzat Başbakan Tayip Erdoğan verdi. Erdoğan, „Kopenhag Kriterleri“ olarak AB’nin istediklerinden çok fazlasını yaptıklarını yüksek sesle vurguladıktan sonra, ”daha ne kaldı ki” dercesine adeta ”bundan sonra rahatız” tavrını sergiledi! Oysa AB’ye göre „kazın ayağı hiçte öyle değil“! AB’ye göre esas „minder güreşi“ yeni başlıyordu. Bir kez, tarih olarak „3 ekim“ yüzde yüz garantili değil, şartlı bir müzakerelere başlama tarihi olarak verildi. Kıbrıs ile ilgili olarak eğer Türkiye AB’nin istediği adımları atmazsa, „müzakerelere başlama“ ertelenebilir, ki bu risk zirve sonrası resmi belgede de yer alıyor. AB, 3 ekime kadar sıkı bir „mevzuat taraması“, artı Rum yönetimli Kıbrıs Cumhuriyetinin Türkiye tarafından resmen tanındıktan sonra, Türkiye ile çok sıkı „müzakerelere“ başlamayı planlıyor. Kaldı ki, TC yetkilileri bile, eğer 3 ekimde müzakerelere başlanırsa, sürecin çok çetin geçeceğini kamuoyuna açık değilde, kulislerde dile getiriyorlar. Bu „müzakere süreci“nin tahmin edildiğinden çok fazla sert, detaycı, mikroskobik geçeceğini tahmin etmek zor değil. AB yetkilileri, birliğin bütçe planlamasının Türkiye bakımından ancak 2014 sonrası bir tarih için düşünülebileceğini sonuç bildirgesinde açıkça belirttiler. Aslında bu „müzakere“ kavramı bile tartışmaya açık. Ortada bir „müzakere“ veya „alver“ yok ve olmayacak. Türkiye’nin rehabilitizasyon sürecidir aslında yaşanacak olan. Türkiye kendi irade ve dinamikleriyle kendini değiştiremedi, dönüştüremedi, demokratikleştiremedi, dolayısiyle 3 ekim sonrası uzun süreçte AB kendi standartlarını bir bir Türkiye’ye dikte ettirecek, uygulatacak. Ortada tartışılacak bir şey, bir konu yok ve olmayacak. Müzakereden kasıt, bir tartışma, bir alver, ileri geri ve ortayı bulma prosedürü ile ilerleme, uzlaşma sağlamaktır. AB bu tarzla genişlemiyor. Norm, değer, ölçü ve kurallarını manzumetik bir biçimde ortaya koymuş ve üye olmak isteyene, „buyur işine gelir ve tamı tamına bunlara uyarsan kulübüme üye olabilirsin“ diyor. O nedenle Türkiye’nin, pozisyonunu güya güçlendirmek, daha çok da kendi iç kamuoyuna karşı sağlam durduğunu göstermek için bulduğu ve ısrarla kullandığı „illüzyonitiv“ bir kavramdır. Türkiye yetkilileri ve basını kendileri için bir psikolojik rahatlama aracı olarak kullanıyorlar bu „müzakere“ kavramını! 2002 ve sonrası yaptıkları kimi yasal değişikliklerden de anlaşılıyorki, ortada bir „müzakere“ yoktur. AB istiyor, TC yapıyor ve yapmak zorunda kalıyor. Bu kural bundan sonrası için de öyle olacaktır. Kaldı ki bu bir AB mekanizmasıdır ve bundan böyle de AB’nin istediği gibi işleyecektir. AB’ye girmek isteyen TC, AB’nin kurallar manzumesini harfiyen yerine getirmeyi taahhüt eden TC, o halde önümüzdeki on yıl hatta on yıllar içinde AB norm, değer ve kurallarına adapte olması gereken TC’dir, tabi gerçekten AB’ye girmek yani çağdaş dünyanın bir parçası olmak istiyorsa başkaca bir seçeneği de yoktur. TC geleneksel ”statüsüyle” AB’ye değil, aslında hiçbir birliğe giremez. Arada bir AB ile dikleşmeye kalkarken bile TC yetkilileri, blöflerini gizleyemiyor acemiliklerini çabucak ele veriyorlar. Bu kafa yapısıyla TC, eğer AB’nin aslında kerhen verdiği, -çünkü AB içinde de sert tartışmalar yaşanıyor ve AB içinde, karar mekanizmalarında azımsanmıyacak TC karşıtları var-, üyelik vize vizesini iyi değerlendirmezse, kaplumbağa hızıyla da olsa yöneldiği AB’nin duvarına, geldiği hız oranından çok fazla hasar yaratacak bir çarpmayla karşıkarşıya kalacaktır. TC’nin bu süreçteki tek şansı ciddi, kökten bir sistemsel politik değişimdir ve bu değişimin ana ögesi de Kürtlerdir. AB kapısının kilidini ancak Kürt anahtarı açabilir. TC bunun farkında ama tarihsel korkularını yenebilme cesaretini gösteremiyor. Irkçılık ve şovenizm kolestrolü damarlarının iç çeperlerini o denli sıvamış ki, potansiyel olarak öldürücü kalp krizleriyle yüzyüzedir. Anjiyöler, bypaslar geçici soluk aldırma operasyonlarıdır. TC kendi ırkçı, şoven kibir ve mağruriyetiyle bu türden riskli tedavi yöntemlerinde ısrar ediyor. Oysa AB’nin tam teçhizatlı sağlık merkezinin ambulansı sadece Diyarbakır meydanından, Diyarbakır Belediye Sarayı’nın önünden kalkabilir. TC, geleneksel negativ mağruriyetini yenebilir, Kürdistan ile, Kürt halkıyla tam eşitlik ve sağlam komşuluk ilişkilerini esas alan bir barışma ve anlaşma sürecine girebilirse, sağlıksal sorunlarını Kürt halkının klinik tedavi katkısıyla AB’nin ileri teknik donanımlı sağlık merkezinde aşabilir ve yaşamını idame ettirebilir.

Kürt çıkmazı
Hasta TC’nin AB’nin teknik ve personel anlamında tam teçhizatlı ve donanımlı hastanesinde tedavi görebilmesi ancak Diyarbakır Belediye Sarayı önünden kalkacak bir ambulansa olanaklıdır derken ”Kürt ögesi”nin rolünü aslında abartmış olmuyoruz. Teşbihte olsa bu bir realitedir. TC’nin politik öncüleri bile sık sık ”AB üyeliğinin yolu Diyarbakır’dan geçer” diyorlar zaten. Daha önemlisi, AB ileri gelenleri, kamuoyu, sivil toplum kuruluşları, aydınları toplam olarak, TC Kürt sorununu makul bir biçimde çözmediği sürece AB’ye giremez diyorlar. AB’nin bu topyekün açık ve net tutumuna karşın, TC, Kürt sorununu kendi mantığı, yöntemi ve usülü içinde ele almaya, kimi taktiksel adımlar atarak, rötuşçu, vitrinci ve de dekorcu bir yaklaşımla AB’yi oyalamaya çalışıyor, ama esasta kendini kandırıyor, geleceğiyle oynuyor, yarınını karartıyor. Tabi bu AB’nin Türkiye ile yaşadığı paradoks. Esas ve daha hazin paradoksu ise Kürt cephesi oluşturuyor. AB’nin, üye olmak isteyen bir ülke için olmazsa olmaz olarak öne sürdüğü politik koşula, yani mutlak olarak çözülmesini istediği Kürt sorununa, bir başka deyişle Kürt halkına “mutlak kriter” gibi verdiği önem ve role karşın, Kürtlerin kendisi ne bu kavrayış ve bilinçtedir, ne de AB’nin verdiği öneme uygun bir yapılanma ve tavır içindedirler. Kürt’ün içinde bulunduğu oldukça silik diplomatik hatta politik pozisyon kendine özgüdür ve bir başka örneği de yoktur dünyada. Kürtlerin sergilediği genel tavır tam bir alakurda tarzıdır! Kürtler, bu klasik alakurdalıkla da ne AB karşısında egemen bir partner olabilirler, ne de Türkiye’ye karşı ciddi ve de caydırıcı bir konum elde edebilirler! Türkiye’nin AB standartlarından fersah fersah uzak olduğunu zaten AB biliyor ve bu “mesafe”yi kapatmaya çalışıyor. Ama AB bir de Kürt taraf ile uğraşıyor. Gerçi AB’nin Kürt projeksiyonu ile Kürt’ün kendi çözüm projeleri çakışmıyor ve bu bir bakıma da doğaldır. AB’nin “azınlık” kavramıyla güncelleştirdiği Kürt problemi ve ona uygun çözüm arzusu, gerçek ve olması gereken Kürt ve Kürdistan sorununu ifade etmiyor kuşkusuz. Ne var ki, AB Türkiye ile masaya oturuyor ve o nedenle de ”önermelerini” Türkiye’nin reflekslerine göre şekillendiriyor. AB, Türkiye’nin bu aşamada “Kürt problemini“ duymak bile istemediğini gayet iyi biliyor. Buna karşın değişik kavram ve formülasyonlarla ve de vazgeçilmez bir “kriter” olarak da Türkiye’nin önüne ısrarla koyuyor. Bu denklemde henüz “Kürt ögesi” olmadığı içindir ki, AB daha çok Türkiye’nin reflekslerine göre pozisyon alıyor. Tabi AB’nin bu geri tavrı, yine doğal ve haklı olarak Kürtleri tedirgin etmenin ötesinde “kızdırıyor”! AB bu konuda bir dilemayla karşı karşıya kalıyor. Ancak bu AB’nin mazereti olamaz elbette. AB aslında iki tarafı idare etmiş olmuyor bu ikircimli tavrıyla. Daha çok Türkiye’nin isteklerine göre manevra yapıyor ki bu AB’nin kendi değerleriyle açık çelişkisidir. Ne ki, objektiv olmak gerekirse, bu çok yönlü hesapta bir Kürt çıkmazı da var. Bu da daha çok Kürtlerin kendi iç çelişkileri, zaafları ve politik yetmezliklerinden kaynaklanıyor. Bir denklemin hatırı sayılır elementi olmak için çok kitlesel olarak organize olmak yetmiyor. Reelpolitik koşul ve standartlarında atak ve dinamik bir politik manevra kabiliyeti ve diplomatik yeterliliğe de sahip olmak gerekir. Kürtlerin savaşımlarında “bu ayak” ne yazık ki eksiktir. Dolayısiyle de politik-diplomatik meydanda dikkate alınır bir “ajanda” ve etkinlik oluşturulamıyor. Irili ufaklı her örgütün kendine göre bir çözüm önerisi, planı -tabi adına çözüm planı denebilirse!- var ve yine bu çapları değişik örgütler, sadece kendilerinin anlayabildiği “ajandalarını” sunma rekabeti içindedirler. Bu politik ve diplomatik kaosu, kaçınılmaz olarak ne AB ciddiye alıyor, ne de bir başka güç! Kürtlerin sergilediği bu karmaşa ve belirsizlik AB nezdinde bir „Kürt çıkmazı“ oluşturuyor. Aslında AB bu „Kürt sefaleti“nden hiçte hoşnut değildir. Kürtlerin bu zaafı, AB’nin Türkiye ile olan „üyelik görüşmeleri“ sürecinde ciddi sorunlar da üretiyor ve AB’nin göreceli de olsa Kürtlerin lehine olan elini zayıflatıyor. Kürtler açıkça AB kapısında birbirlerine çelme atıyorlar, ilişkilerine takoz koyuyorlar. Bundan daha beter bir kara tablo olabilir mi? „On Kürt“ AB kapısına dayanıyor ve kendilerinin muhatap kabul edilmesini istiyor. Aynı AB kapısına bu kez „On Bin Kürt“ gidiyor ve onlarda sadece kendilerinin dinlenmesini talep ediyor ve asıl muhatabın kendileri olduğunu söylüyor. AB’nin tek olmasını arzuladığı ama farklı megafonlardan duyduğu „birbirine zıt Kürt sesi“ karşısında „çaresiz kaldığını” yine ilişki içindeki Kürtler söylüyorlar! Ne „On Kürt“ kendi „On Bin Kürt“ünün ciddi kitlesel gücünü görmek istiyor ve birleşerek AB kapısına gitmeyi akıl ediyor, ne de „On Bin Kürt“ emekçisi, „şu ‚on soydaş’ımı da yanıma alayım“ı düşünüyor! Kürt politika dünyasında kuşkusuz farklı eğilimler, tandanslar, örgütler olacaktır ve olmalıdır. Bu Kürt politika sahasının demokratikleşmesi bakımından da önemlidir. Ne var ki, AB gibi uluslararası platformlarda, ortak bir ”ulusal delegasyon” oluşturabilme yeteneği de gösterilebilmelidir. Esas isyan edilen Kürt handikapı budur. Yoksa „tek ses, tek beden olun“ diyen yok, kaldi ki öyle bir düşünce demokratik değildir. Arzu edilen ”ortak ses, ortak davranış”tır! Ortak ses ve ortak davranış, farklılıkların demokratik ortaklaşması, ortak paydasıdır. AB karşısında mumla aranan „Kürt ulusal iradesi“ budur! Olağan koşullarda „On Bin Kürt“, „On Kürt“ karşısında „salt çoğunluğun“ ötesinde bir çoğunluktur ve bir temsil gücüdür ve bu aynı zamanda da demokratiktir. Ne ki, Kürtler bakımından içinde bulunulan şartlar olağanüstüdür. O nedenledir ki, tüm mesele „çoğunluk, azınlık“ ikilemine hatta zıtlaşmasına girmeden, gerekli olduğu an ve hallerde „ulusal ortak paydayı“ yaratmaktır. Ama ne yazık ki, bu olması gereken tablo 16-17 Aralık zirvesi öncesi yaratılamadı, hatta yaratılmak istenmedi. Kürt politika arenasındaki ekstrem kanatlar, subjektiv pozisyonlarını tahkim etmeyi daha uygun gördüler!  Tabi, Kürt politika sahasını bloke eden bu iki ekstrem uç arasında kalan bir çeyrek „kesim“ de var ki, onlarda tabansızlıklarına, hiçbir dönem risk almadan, iğne ucu kadar savaşım bedeli ödemeden ve sadece konjonktürel fırsatlarda „popüler şov“lar planlayarak „odak“ olma oportünistliğini becerebilenlerdir. Bu „fırsatçılar“, çok maskeli ve peruklu Kürt politika baronları, „birlik bezirganlığı“ yaparak arada bir timsah gözyaşları döker görünürler, ama gerçekte hiçbir zaman „ulusal ortak payda“ alanlarının yaratılması için çaba göstermezler, tam aksine karşıtlıkların öne çıktığı anlarda aradan sivrilerek „uygun olan kanatla“ dirsek teması kurarak, „durumdan vazife çıkarır ve kaymağı yerler“!.
Bir diğer hazin gerçekte; egemen Kürt politika anlayışını oluşturan bu iki artı çeyrek ekstrem sapmaların dışında kalan, sağ duyulu, özverili, ulusal çıkarları önde tutan, bunun için bedel ödemiş ve hala da ödeyen, sürekli ve özellikle en kritik zamanlarda sağlam ve objektiv düşünce üretimleriyle politik sürece katkıda bulunan aydın insanların, statükocu Kürt politik kastı tarafından gayet bilinçlice görmezden gelinmesidir.
Sonuçta bu komplike „Kürt çıkmazı“ ve elbette onu yaratan „politik subjeler“, Kürt davasına kaybettiriyor. Durum bu olunca, AB’nin konsey sonuç bildirgesinde adı konarak „Kürt hakları“ndan söz edilmiyor elbette. Bunun vebalini salt AB’nin sırtına yıkmak çok kolaycı bir yaklaşımdır, ama ne acı ki, klasik ve de statükocu Kürt politik cenahında yapılan da budur; tam bir alakurdalık!

Hipotezler yumağı
Türkiye’nin 3 ekime kadar yerine getirmesi gereken öncelikli koşul „Kıbrıs Cumhuriyeti“ni tanımaktır. Bu konuda TC organları arasında ciddi bir çatışma olduğu biliniyor. AKP hükümeti, AB ile ortayı bulucu bir formül arayışı içinde görünüyor ama öte yandan başta ordu olmak üzere anti AB güçler kayda değer bir direnç gösteriyorlar. Bu sorun hükümetin yumuşak karnını oluşturuyor. Çünkü hükümet partisi içinde de „milliyetçi“ fanatikler var ve bu iç dengesizlik de hükümetin adım atmasını zorlaştırıyor. Hükümetin AB ile ilişkilerinde bugüne kadar izlediği politika „taviz koparma“ ile uyumu sağlamak oldu. AB de daha çok bu pazarlıkta Kıbrıs üzerinde durduğundan, TC hükümetinin kimi istekleri karşısında geri adım attı. Bu pazarlıkta temel öge yine Kürtler oldu ve bu çirkinlik, Kürtlerin aleyhine sonuçlar doğurdu. AKP hükümeti Kıbrıs kartını kullanarak Kürtlerle ilgili gelişmelerin önünü keserken, öte yandan bunun karşılığında milliyetçi ve anti ABcileri Kıbrıs konusunda manipüle ediyor. Hükümet, Kıbrıs konusunu olabildiğince kendi hesaplarına uygun bir biçimde çözmeye yanaşırken, muhaliflerini, „AB’nin Kürt isteklerini dizginliyorum“ kartıyla dengelemeye çalışıyor. Bu kirli hesapta göreceli de olsa yol aldığıda söylenebilir. O nedenle, hükümet anti ABcilein ve milliyetçi kesimlerin, yani topyekün karşıtlarının muhalefet hızını kesmek için, Anti Kürt politikalarını öne alabilir, ki bunun işaretlerini de veriyor. Hükümet bu anti Kürt tavrını güncelleştirerek Kıbrıs konusunda AB ile bir orta yolda uzlaşmayı ve bu yolla 3 ekim tarihini garanti altına almayı planlıyor. Ancak hükümet, 3 ekim sonrasında özellikle „Kürt dosyası“nın önlerine konacağını da çok iyi biliyor. Bu bakımdan, hükümetin Kıbrıs konusunda atacağı adımların yaratacağı iç tepkileri elimine etmek için, Kürt halkına karşı sertleşebileceği artık endişe sınırlarını aştı. Gerçekten askeri eylemlilik öne alınıyor ya da askeri operasyonlara göz yumuluyor, dahası ordunun donanım bütçesi arttırılarak asker mali olarak doyuruluyor. AB’nin bizzat belirttiği „ucu açık üyelik“, „müzakereler uzun sürecek“, „üyelik garantisi yoktur“, „üyelik 15 ila 20 yıldan önce gerçekleşemez“ vb. açıklamaları karşısında, AKP hükümeti de en azından „müzakere süreci“nin ilk yıllarında, ordunun ve milliyetçi kesimlerin muhalafetini ve baskısını azaltmak, o çevreleri rahatlatmak için, ordu ve polisin Kürdistan’a yönelik eylem ve baskılarına ses çıkarmayabilir ve zaten daha bugünden yaptığı da budur. Gerek ordunun ve gerekse polisin, 16-17 Aralık AB zirvesinden önce başlayan Kürdistan operasyonları, zirvede Türkiye için verilen 3 ekim tarihinden beri de hızla arttı ve daha tehlikelisi artık „faili meçhul“ değil, „faili belli“ olarak polis ve askeri güçler seri cinayetler işliyorlar. Ordu ve polisin Kürdistan’da artan aktivitesi karşısında, bölgedeki „Türk hukuk kurumları“ da paralel bir çizgiye çekilmiş durumdadırlar ki savcılar asker ve polis lehine iddianameler düzenleyebiliyorlar. Hükümet 3 ekim tarihini riske etmemek için AB ile olan göreceli uyumunu sürdürebilir ama 3 ekim sonrası sürecin, bugünkü ordu-polis ve milliyetçi kesimlerin özellikle „AB Türkiye’yi bölmeye çalışıyor“ çığırtkanlığı ve eylemleriyle, gerilimli geçeceği belli oluyor ve bu dönemde hükümet dahil tüm Türk derin devletinin kuvayı milliyecileri tarafından, Kürdistan ulusal kurtuluşçu Kürt dinamiği sindirilmeye çalışılacak, ama Kürt başkalaşımı özendirilecektir. O nedenle 3 ekim sonrası sürecin muhtemel risk ve tehlikelerine karşı zinde Kürt dinamiğinin hazırlıklı olması, o döneme uygun mücadele yöntem ve araçlarını geliştirmesi yaşamsal derecede önemlidir. Tüm bu hipotezler yumağı içinde, aslında savaşımda ağır bedel ödemiş Kürt dinamiklerinin olası negativ gelişmelere karşı toparlanması, yeni döneme uygun tarzda donanması, hem TC’nin saldırılarını bertaraf edebilir, hem de AB’nin Türkiye ile olan görüşmelerinde Kürtler lehine olacak elini de güçlendirir ve bu durum Kürt tarafın AB ile daha organize ve amaçlı, ilkeli yakınlaşmasını, paralel ve uyumlu hareket etmesini yaratır.
AB’nin, genelde demokratikleşme ve insan hakları, özelde de Kürtler için Türkiye üzerinde tazyik uygulaması, bu doğrultuda göreceli olumlu sonuçlar alması, ancak Kürtlerle çok sıkı bir dayanışma ve entegre politikalar geliştirmesi ile olanaklıdır. Kürtlerin AB’yi buna ikna etmesi gerekir.

AB karşıtlığı, Türkiye karşıtlığı
Hem Avrupa’da, hem Türkiye’de azımsanmayacak sayıda „anti“ler var. Her iki kesimdeki „anti“lerin değişik gerekçeleri var, ama ortak paydaları da „Avrupayı Türkiyesiz, Türkiyeyi de Avrupasız bırakmak“tır! Türkiyedeki „anti“lerin en azgınları en çok „Kürt sorunu“nu işliyor ve AB ile birlikte Türkiye’nin bölüneceğini ısrarla belirtiyorlar. Avrupadaki „anti“lerin kullandığı argümentlerin başında ise „din, kültür ve de nüfus“ ögeleri geliyor. Her iki taraftaki „anti“lerin bir ortak paydası da „anti demokratik“, ve „şoven” olmalarıdır. Avupadaki kimi kesimlerin kullandığı „din“ ve „kültür“ gerekçelerinin ciddi bir engel teşkil ettiği, daha da edeceği açık, ama sayıca daha yoğun „anti“lerin kullandığı „nüfus“ argümenti temelden yanlıştır. Onlar mevcut resmi TCyi etnik bakımdan homojen bir „Türk“ devleti olarak görüyorlar ki bu doğru değildir. Türkiye’de bir sömürge sorunu var ki bu Kürtlerin ülkesi Kürdistan’ın Türkiye devleti tarafından sömürgeleştirildiğini ifade ediyor. Sadece kolonileştirilen Kürdistan’da 20 milyonu aşkın Kürt nüfus yaşıyor. Kaldı ki Kürdistan da tam homojen değil, diğer etnik ve dini topluluklar da yaşıyor. Bir kez Türkiye kolonisi Kürdistan ile birlikte AB’ye üye olursa şayet, bu Kürt nüfusun temsilcilerinin Türk temsilcilerle mutlak hareket birliği içinde olacakları anlamına gelmez. O nedenle Avrupalı „anti“cilerin, Türkiye’nin AB organlarında ağırlığı olacağı endişeleri tümüyle yersizdir. Aksine Kürt temsilciler, sömürgeci devlet temsilcileri ile değil, demokratik Avrupa ülkeleri temsilcileri ile doğal bir dayanışma içinde olurlar. Avrupalı „anti“cilerin, nüfus göçü kaygılarının da mantıklı bir izahı yoktur, kaldı ki Kürtler ülkelerini terke etmeyi değil, yeniden kurmayı, imar etmeyi, geliştirmeyi, yaşanılası hale getirmeyi düşünür ve uygularlar. Türkiyeyi dışlayarak, dolayısiyle Kürdistan’ı da AB dışında bırakmak antidemokratizmin, ırkçılığın ve şovenizmin pervasızlığı olacaktır. Avrupalı „anti“ciler bu „anti Türk“ yaklaşımlarıyla, yılların sömürgesi Kürdistan halkının sömürgeci devletin üzerinden de olsa AB’ye girişi ve AB içinden daha az sancılı, az kayıplı bir süreçle özgürlüğüne kavuşmasını da engellemiş oluyorlar. Kürtlerin bu avrupalı „anti“cileri kendi çıkar ve hakları açısından iknaya çalışması gerekir. Kürt nüfusun, Türk nüfusa monte edilerek dışlanmaya çalışılmasına karşı yoğun bir bilgilendirmenin yapılması gerekir. Tabi bu „Türkiye nüfusunun“ Kürdistan bakımından izahıdır. Bir de Kürdistan’ın dışındaki sömürgeci Türk devlet sınırları var ki, orada da on milyonu aşkın Kürt nüfusun yanında, en az on milyona yakın diğer etnik azınlık halklar da yaşıyor. Ayrıca sosyolojik olarak Türk nüfusta homojen değil, farklı sınıf, katman ve kategorilerden oluşuyor. AB’ye girişi değişik gerekçelerle de olsa arzulayan oldukça fazla bir nüfus var Türkler içinde. Ekonomik refah, demokratikleşme, özgürleşme vb. sorunları olan yoğun Türk nüfusun, bir avuç ırkçı, şoven ve anti demokratik kesimin çığırtkanlığına kurban edilmemesi gerekir. AB’yi isteyen Türk nüfusla tüm Kürtlerin ve diğer azınlıkların ortak paydasının oluşturduğu ve dayandığı değerler ve nüfus daha çoktur. Avrupadaki „anti“cilere bunun izah edilmesi gerekir. Türkiyedeki, AB yanlısı Türklerin, diğer azınlıkların, Kürtlerin ve sömürge Kürdistan halkının tavrı AB içindeki değişik sosyal ve politik kesimlerle ortak veya paralel olacaktır. AB içindeki sosyal ve politik mevzilenme „ırk“, „din“ ve „etnik“ temelde değil, farklı sosyal ve politik çıkar ve amaçlarda olacaktır. AB içindeki „anti Türkiyeciler“, bu politikalarıyla Türkiye içindeki statükocuların, anti demokratik güç ve çevrelerin, militarist odakların ekmeğine yağ sürüyor, onların mevzilerini tahkim ediyorlar. Bu bakımdan verili koşullarda en organize güç olarak Kürtlerin, hem Türkiye içinde, hem de Avrupadaki „anti“cilere karşı „ABci“ kesimleri en geniş çerçevede ortak haraket noktasında dayanışmaya çağırması, yönlendirmesi gerekir. Militarist çevrelerin bir torpillemesi olmazsa şayet, 3 ekim bir başlangıç olabilir ve bu tarihten itibaren işleyecek sürecin ana unsuru esasta „Kürt sorunu“ olacaktır. „Müzakere süreci“ 15 yıl, 20 ya da daha çok yıl sürse de, AB süreci Kürtlerin lehine işler. Işte bu noktada süreç açısında önemsenmesi gereken tehlike „anti ABcilerin“, AB Kürtleri organize ediyor, ülkeyi bölüyor paranoyasını azdırmaları ve süreci kesici, ya da en iyimser tahminle geciktirici mekanizmaları aktivleştirmeleridir. Çünkü ortada bir realite var; AB çevreleri her ne kadar yüksek sesle dile getirmeseler, Türkiyedeki iç dengeleri gereğinden fazla abartarak Kürtlerle ilgili Avrupadaki benzer çözüm örneklerini ifade etmekten kaçınsalarda, ileriki zamanlarda Ispanya hatta daha ileri çözüm olarak Belçika modelleri gündeme gelir ve zaten AB içine girecek olan bir resmi TC’nin bunun dışında bir seçeneği, ancak kendi üyeliğini kendisinin durdurması olabilir ki, bu Kürtler açısından oldukça riskli sonuçlar doğurur. Türkiye’nin bu tarihsel korkularını bilen Avrupadaki „anti Türkiyeciler“, „Türkiye kendisi AB’ye girmez“ tezini işlerken, açıkça belirtmeden dayandıkları argüment, işte bu Türkiye’nin „Kürdistan korkusu“dur. AB görüşme süreci ola ki ileri bir aşamada Türkiye tarafından kesintiye uğratılırsa, sarılacağı argüment AB içindeki „federasyon“ modelleridir. Çünkü Türkiye gerçekliğini görmek, korkularını aşmak istemiyor. Bu noktada AB içinden bazı çevreler, özellikle kendi iç etnik sorunlarını AB standartlarına göre henüz çözmeyen „üniterci“ Fransa, bir ölçüde Kürtler konusunda her nedense mesafeli duran Almanya, özellikle de bugünün iktidar adayı Hristiyan Demokratlar, Türkiye’ye üyeliğin dışında bir „ara formül“ önerebilirler ki Türkiye’de buna dört elle sarılır. Türkiye, yarının AB’sinin doğal olarak getireceği „etnik sorunların çözümü modelleri“ karşısında, „üniter“ yapısını koruma kaygısıyla, Avrupadaki „ünitercilerin“ daha bugünden önerdikleri, ama Türkiye’nin burun kıvırdığı „ara formül“ün, yani üyelik yerine „stratejik ortaklık“ın üstüne balıklama atlayacaktır. Tüm bu olasılıklara karşı hazırlıklı olması gereken „tarafın“ Kürtler olması gerekir. O nedenle, Türkiye’nin „bölünme“ korkusuyla uzak duracağı „federasyonlu AB modeli“ karşısında, AB ülkelerinin Kürtlere önerebileceği bazı „geri çözüm formülleri“ daha baştan red edilmelidir. Kürdistan’ın Türkiye üzerinden ve sömürge yapısıyla da olsa AB’ye girişini engelleyici entrikalara karşı, Kürtlerin atak ve etkin bir politika geliştirmeleri önemlidir. AB sürecinin Kürt hakları bakımından kapsamlı ve nitelikli sonuçlar doğurması, en başta Kürtlerin sağlam, dinamik ve aktiv duruş ve pozisyonuna bağlıdır. Kürtlerin bu „müzakere süreci“ni olabildiğince, maksimum düzeyde örgütlenerek, kitleselleşerek, yönetim organlarını kurarak, özellikle yerel yönetim mekanizmalarını yani belediyeciliği çok önemseyip etkinleştirerek, bu riskli, nazik, heran kesintiye uğrama tehlikesi taşıyan „müzakere süreci“ni değerlendirmeleri yaşamsal derecede önemlidir. Kürtler, çok ileri derecede organize olarak bu „müzakere süreci“ni pozitiv anlamda değerlendirebilirlerse, görece rahat bir soluk alınabilir, dönecek eşikler çoğaltılıp sağlamlaştırılabilir. Bu da Kürdistan’ın kuruluş temellerinin sağlam olarak atılması anlamına gelir ki bu ortak düş, süreç içinde somut gerçekliğe dönüşür. AB süreci bu bilinçle, Kürt halkının, Kürdistan’ın geleceği şuuruyla değerlendirilmelidir.

ROJAN HAZIM
Aralık 2004

fredag den 15. oktober 2004

AB ve Kürdistan - ROJAN HAZIM



6 ekim raporuyla ”müzakere tavsiyesi” alan Türkiye hayli memnun gibi. Komisyon ”ucu açık bir müzakere süreci”nden söz ederken, raporda yer alan konular, saptamalar, ”övgüler” ve beklentilerle birlikte, ”tavsiye” ve ”gerekçe”lerin tartışılmasının da ucu açık görünüyor. Tartışmalar çok yönlü ve çok taraflı yapılıyor ama ”resmi” tarafta sadece Türkiye devleti var. Kürtler ne direkt, ne de indirekt olarak ”taraf” pozisyonunda değiller, en azından şu aşama da! Raporu hazırlayan komisyon ve özellikle de birinci dereceden sorumlu Verheugen ve ekibi, ne Isa’ya, ne de Musa’ya yaranamamış olsa da, yine Türkiye’yi daha çok gözettiği belli oluyor. Tabi ”gözetme” relativ bir kavram, bulunulan ”tarafa göre” anlam ağırlığı alabilir ki bu da doğaldır. Kürt pozisyonuna göre rapora bakıldığında, bir ”gözetmeden” sözedilebilir. ”Ankara hassasiyetleri”, ”Diyarbakır hassasiyetleri”nin önünü almış görünüyor. Buna karşın Türkiye tarafı da bazı ”yakınma” ve ”endişe”lerden söz etse de genel olarak bir ”relaks” vaziyeti de almış durumda. Kürt ve Türk tarafların gereksinimlerine, istemlerine göre almış oldukları pozisyon, takınmış oldukları tavıra genel açıdan bakıldığında, AB komisyonunun bunca uzun bir süreye rağmen, -çünkü Aralık 2002 de Kopenhag’da alınmış bir karar doğrultusunda komisyon çalışmalara başlamıştı-, Türkiye ve Kürdistan’ın sorunlar bağlamında, sosyal, ekonomik ve politik gerçekliklerinin, tatmin edici bir fotografının çekilmediği görülüyor. Ağırlıkla ”medyatik bir inceleme araştırma” sonucu hazırlanmış bir rapor izlenimi verdiği için, özellikle Kürt tarafın gereksinim ve istemleri (Kürt adı, ilgili paragraflarda zikredilmiş olmakla beraber) renksiz, adsız ve de kimliksiz olarak yer almış raporda. Bu da raporun Kürtler bakımından objektivlikten uzak, AB’nin ekonomik ve politik çıkarlarının ve de reelpolitik dengelerinin kaygılarıyla kaleme alındığını gösteriyor. AB’nin bu sınırları çok zorlayan pragmatizmi, Türkiye’nin güncel ve de en hafif deyimle şoven politikalarına rahatlatıcı bir yanıt olsa da, uzun vade de, ne Türkiye’nin ne de AB’nin hanesine bir artı olarak yansımaz. AB komisyonunun, Kürtler bakımından ciddi, objektiv ve de etraflı bir saha çalışması yapmadan, ”Kürt unsuru” ile dolaysız bir ilişki ve bilgilenme süreci yaratmadan yaptığı belirlemeler ve vardığı sonuçların akibeti de ”iyileştirmeler” tavsiyesiyle Türkiye devletinin, hükümetinin ”iyi niyetli reformları”na havale edilmiş durumda. Tüm bu Ankara kriterlerine prim verici üslubuna karşın bu rapor, Kürt halkıyla ilgili, içerik, saptamalar, vardığı sonuç ve tavsiyeler bakımından objektivlikten, hakkaniyetten uzak olsa da, üzerinde çalışmaya, Kürt halkının gereksinimleri, istemleri bakımından, içinden ”vazife çıkarılacak” bir metindir. Ayrıca, bir bütün olarak taşıdığı ciddi eksiklik, yetersizlik hatta yanlışlara karşın Kürtler bakımından yakın ve orta vade de bazı kazanımların elde edilmesi için önemli bir altyapı oluşturma özelliği de taşıyor. Bu bakımdan, rapor Kürtler açısından objektiv kriterleri gözetmemiş olsa da, Kürtlerin bu raporu olabildiğince objektiv ve ”duygusallıktan” arınmış olarak ele almaları, incelemeleri ve ona uygun politikalar oluşturmaları ve uygulamaları gerekir ve rapor bu perspektiv ve olanağı veriyor.

Kavramsal gerilik
Rapor, eklektik, yüzeysel ve daha çok da tek yanlı bilgilenilerek hazırlandığı için, kaçınılmaz olarak kavramsal gerilikler taşıyor. Kuşkusuz bundan dolayı raporu hazırlayanlar da bir ”Kürt’e kasıt” aranmamalı, ama raporun böyle bir handikapı da var. Herşeyden önce ”Kürt”, hem cografya olarak, hem nüfus olarak, hem istem ve gereksinimleri bakımından, olduğundan o kadar geri ve cılız ele alınmış ki, bu doğal olarak bir ”niyet” sorgulamasını da beraberinde getirebilir. Elbette Kürt’ün elinde bir niyetmetre yok ve aslında böyle bir yaklaşımı benimsediği de söz konusu değil, ama AB’nin, bu tavsiye raporunu hazırlayanların tutumlarının, politikalarının sorgulanması bakımından, Kürt’ün bir refleksel niyet sorgulamasını yüksek sesle dile getirmesi de gerekir. Komisyonun, AB’nin hangi ”reelpolitik” kaygılarından olursa olsun, kendini var eden temel demokratik değerlerle açıkca çelişen bir ”üslup” kullanması ya da objektiv gerçeklikle örtüşmeyen kavramları seçmesi veya benimsemesi yanlıştır ve eleştirilmesi gerekir. Komisyonun daha doğrusu AB kurumlarının, bir ulusun, halkın, kimliksel değerlerini, kendince belirlemeye kalkışması veya üyelik görüşmeleri yaptığı ülkenin politik yaklaşımlarıyla çakışan ”resmi” kavramları temel alması, onları kullanması herşeyden önce anti demokratik bir tutumdur, ayrıca da hem bilimsellekten uzak, hem de etik ve moral değerlere sırtını dönmektir. AB’nin, bu raporu hazırlayan komisyonun, Kürdistan ve Kürt halkı kavramlarını dürüstçe ve kararlılıkla kullanması gerekirdi. AB ve kurumlarının, yöneticilerinin, Türkiye ile ilgili çalışmalarda bu doğrulardan ”taktiksel” dahi olsa kaçınmaları, aslında hem Türkiye’nin AB’ye entegrasyonunu geciktirir, hatta zorlaştırır, hem de hakları en hafif deyimle ”ihlal” edilen bir halkla gerektiğince dayanışmama anlamına da gelir. Bu bakımdan, raporda yer alan ”Türkiye’nin Güneydoğusu” kavramı, Kürdistan’ın gerçekliğini, Kürt halkının taleplerini yansıtmayan oldukça geri ve Türkiye devletinin şoven resmi söylemiyle çakışan bir kavramdır ve Kürt halkına yapılan büyük bir haksızlıktır.

Bazı saptamalar
Raporun kısa ve orta vadede Kürt halkının kimi gereksinim ve istemlerinin karşılanmasına zemin oluşturacak ”değinmeleri” var.  Raporun karmaşık ve eklektik içeriğinden cımbızlayarak da olsa ”Kürt”ün lehine olabilecek kimi sözcük ve yarı tümceler ayıklanırsa şöyle bir ”belge” ortaya çıkıyor:
”Avrupa Komisyonu, Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni yeterli düzeyde karşıladığını değerlendirmekte ve katılım müzakerelerinin başlatılması tavsiyesinde bulunmaktadır.”
Bu tümce zorlanarak Kürt lehine yorumlanacak olursa, anahtar sözcük ”yeterli” sözcüğüdür. Bu sözcüğü Türkiye tarafı, ”tamam artık biz Kopenhag siyasi kriterlerini tümden yerine getirdik” şeklinde algılıyor ve öyle de inanıyor, söylüyor. Bunun gerçeği yansıtmadığı apaçık ortada, ama Türkiye’nin sözcüğü öyle yorumlamasına neden olan AB komisyonunun ”ortacı” tutumudur. Türkiye hükümetinin, AB’nin dayattığı ”ödevler” doğrultusunda çıkardığı kimi yasalar, yaptığı bazı rötuşsal değişiklikler, tam bir ”Türk usülü” ile yontularak gerçekleştirildiği için aslında Kopenhag siyasi kriterlerini karşılamıyor. Kaldı ki, bu vitrinci değişiklikler bile pratikte gereğince uygulanmıyor ve AB’de bundan rahatsızlığını defalarca dile getiriyor. Bu gerçeğe rağmen AB komisyonunun yeşil ışığa dönük sarı ışığı yakması, Türkiye hükümeti veya devleti yetkililerinin algıladığı gibi, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini tam ve eksiksiz yerine getirdiği şeklinde değildir veya öyle de anlaşılmıyor. Komisyonun ”yeterli” sözcüğünü seçmesi bundandır. ”Yeterli” sözcüğünde bir ”yetersizlik” anlamı da var. Kaldı ki, AB komisyonu bu izahımızı doğrulayan tümcesinde şöyle diyor: ”Reformlar yoluyla kaydedilen ilerleme ışığında, Türkiye’nin ... mevzuatı yürürlüğe koyması koşuluyla, Komisyon Türkiye’nin siyasi kriterleri yeterli düzeyde karşıladığı kanaatindedir ve katılım müzakerelerinin başlamasını tavsiye eder...” Bu tümceden de anlaşılıyor ki, AB komisyonu ”koşulla” birlikte ”yeterli” sözcüğünü kullanıyor ki bu da Türkiye’ye AB komisyonu tarafından verilen bir ön kredi anlamını taşıyor. AB komisyonu, taktiksel olarak, Türkiye’nin ”ödevleri” yerine getirme sürecini müzakere sonrası sürece almak istiyor ki, bu hipotetik olarak değerlendirildiğinde etkili olabilir. Çünkü raporda da belirtildiği gibi; ”İyi yönlendirildiği takdirde, Türkiye’nin üyeliği her iki taraf için önemli fırsatlar yaratacaktır” derken, AB, tüm organ, kurum ve olanaklarıyla, bu müzakere sürecinde, Türkiye’yi daha sıkı bir markajla yönlendirmeyi düşünüyor. Bu taktik politika pratikte arzulanan sonuçları verir mi, şimdiden kesin olarak bilinemez ama Kürt halkının demokratik savaşımına katkı yapacağı, Kürt halkının lehine dönüşümler sağlayacağı söylenebilir ki bu AB komisyonunun, bir bütün olarak AB politikalarının, Kürtler lehine yorumlanacak pozitiv yaklaşımıdır. AB komisyonu ayrıca bu müzakere sürecinde izlenecek politikaları belirlemek, olumlu sonuçlar elde edebilmek için üç aşamalı bir strateji izlenmesini öneriyor ki, yine hipotetik olarak değerlendirildiğinde Kürtlerin lehine gelişmeler içeriyor:
”Üç ayaklı bir strateji izlenmelidir. Stratejinin birinci ayağı, Türkiye’de özellikle Kopenhag siyasi kriterlerinin devamlılığına ilişkin reform sürecinin güçlendirilmesi ve desteklenmesi için işbirliğini kapsamaktadır. Siyasi reform sürecinin devamlılığını sağlamak ve geriye dönüşleri engellemek için AB, siyasi reformlerı yakından izlemeye devam etmelidir. Bu amaçla, ... 2005 sonundan başlayarak her yıl siyasi reformlara ilişkin gelişmeler genel bir değerlendirmeye tabi tutulacaktır... ”
AB komisyonu, müzakere sürecini ve yapılması gerekenleri sağlama bağlamak için belli yaptırımlar öneriyor ki, bu da kendi içinde somut garantiler içeriyor. ”Reformların hızı müzakerelerin ilerlemesi konusunda belirleyici unsur olacaktır...” derken bir ölçü de hem değişim teşvik ediliyor, hem de bir kararlılığın altı çiziliyor. Komisyon yine bu müzakere sürecinin Türk usülü bir yöne kayması ve iğdişleşmesini önlemek için caydırıcı bir mekanizma öneriyor; ”AB’nin temellerini oluşturan özgürlük, demokrasi, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin sürekli olarak ve ciddi bir şekilde ihlal edilmesi halinde, Komisyon müzakerelerin askıya alınmasını tavsiye edecektir. Konsey bu konudaki kararını nitelikli çoğunluk oyuyla belirleyecektir.” AB’nin politik gelenekleri dikkate alındığında, yetkili üst organ olan AB Konseyi, yani devlet ve hükümet başkanları zirvesi genelde, politik sorumlulukları olan komisyon ve komiserlerin tavsiyeleri yönünde kararlar alıyorlar. O nedenle müzakere sürecinde Türkiye’de olabilecek bir sapma, süreci kesme veya komisyonun ağzıyla ”askıya alma” yaptırımıyla karşılaşacaktır. Komisyon önerdiği stratejinin ”ikinci ayağı”nda da; ”... Katılım müzakereleri, kararların oybirliğiyle ve tüm AB üyelerinin katılımıyla alınacağı Hükümetler arası bir Konferans çerçevesinde gerçekleştirilecektir. Müzakere, karmaşık bir süreçtir...” diyerek, AB’nin heterojen yapısının Türkiye için oldukça yaptırımcı bir özellik taşıdığını vurguluyor. Stratejinin ”üçüncü ayağı”nda da ilişkilerin sıkı bir diyalogla gelişebilceği öngörüsünde bulunarak; ”güçlendirilmiş bir siyasi ve kültürel diyalog” çerçevesinde sivil toplum kuruluşlarının aktiv rol oynamasını öneriyor. AB komisyonu müzakere sürecinin başarılı ve etkin yürümesini sağlamak amacıyla olsa gerek, Türkiye yöneticilerini ciddi bir biçimde uyararak, üyeliğin öyle çantada keklik olmadığını diplomatik bir dille vurguluyor: ”Komisyon müzakere sürecinin Türkiye’deki reform sürecini ileriye götüreceği konusunda şüphesi yoktur. Bu süreç doğası gereği ucu açık bir süreçtir ve sonuçları önceden garanti edilemez.”  Bundan şu sonuç çıkarılabilir: Türkiye, AB’nin norm ve kriterlerini eksiksiz yerine getirmediği, demokratik ve humaniter değerleriyle buluşmadığı sürece, kapıda bekleyecektir. AB’nin mevcut norm, kriter ve değerleri Kürtlerin politik istemlerinin en alt sınırını karşılıyor. O nedenle, Kürtlerin AB’nin Türkiye ile genişleme sürecini aktiv bir şekilde desteklemeleri kendi çıkarları bakımından doğrudur ve Kürtler bu süreci hızlandırmalı, olanaklı ise aktiv müdahil olarak desteklemelidirler.

AB’ye yönelinmeli
AB perspektivi, vizyonu Kürt halkının yakın ve orta vadeli ulusal demokratik istem ve çıkarlarıyla çakışıyor. Uzun vadeli demiyoruz, çünkü Kürt halkının kendi coğrafyasında, kendi topraklarında bağımsız devletini kurması daha doğru ve daha gerçekçi bir hedef ve amaçtır. Bağımsızlık amacı ve gerçekleşme süreci başka bir yazı konusudur. Kaldı ki, AB süreci ve doğrultusu bu ileri amaçla ne çelişiyor, ne de engelleyici ögeler taşıyor, aksine bağımsızlık amacının gerçekleşebilmesinin objektiv ve subjektiv şartlarının gelişip olgunlaşmasını sağlıyor. AB’nin içine alt yönetim modelleriyle de olsa girmiş bir Kürt halkı ve Kürdistan coğrafyası, sosyoekonomik ve sosyopolitik ve de sosyokültürel entegrasyon, gelişme ve ilerleme süreçlerini sindirerek yaşayacağı için, bağımsızlığın maddi koşullarını olgun hale getirerek daha sancısız bir biçimde bağımsızlığını elde edebilecek ve de kalıcılaştırabilecektir. Bu bakımdan, AB süreci, üyeliği, hangi model yönetimle olursa olsun AB içinde yer almak, Kürt halkının bağımsızlık amacıyla çelişmez. Ne var ki, AB içinde yer alan Kürtlerin ekonomik, sosyal, kültürel ve de politik gelişme ve olgunlaşmaları mevcut gerilik dikkate alındığında hayli zaman alacak ve bu da bağımsızlık amacını uzun bir zamana yayacaktır. Kazasız belasız ama uzun bir yolun selameti göz önünde bulundurulduğunda, Kuzey Kürdistan halkının, Türkiye üzerinden AB’ya dahil olmaları, her bakımdan gelişme hedeflerini yakalayarak güçlenmesi, süreci olabildiğince az kayıplı, az ağrılı ve az sancılı yaşaması, bağımsızlık hedefinin koşullarını, süreci sindire sindire yaşayarak olgunlaştırması daha gerçekçi ve doğru olandır. AB’yi oluşturan değer, norm ve kriterler, Kürt halkına bu rahatlığı kendi şartlarında göreceli de olsa yaşatacaktır. AB içinde yer alacak olan Kürtler, kendi iç demokratikleşmelerini de gerçekleştirme imkanı bulacaklardır.

Anti sömürgecilik
Türkiye devletinin bir sömürgesi olan Kuzey Kürdistan, şayet Türkiye AB’ye tam üye olarak alınırsa, sömürge statüsünde bir değişiklik olmadan AB’ye girmiş olacak. Ne ki, AB’ye üyelik sürecinde yaşanacak gerçekten reformativ gelişme ve değişimler Kürtlerin özyönetim modellerini beraberinde getirecektir. Ancak Türkiye AB’ye tam üye olmadan, Kürt halkının geri veya ileri düzeyde, özyönetim modellerini elde etmesi, yaşaması, Türkiye’nin politik geleneği dikkate alındığında, imkansız olmasa da, oldukça güçtür. O nedenle, Kürt halkı ancak Türkiye tam üyelik statüsü elde ettikten sonra kendi cografyasında AB şartlarına uygun bir özyönetim modeline kavuşabilecektir. Bugünku verili koşullarda, AB içindeki çok uluslu devletler bakımından görülen en ileri model Belçika örneğidir, ki bu ileride daha da olgunlaşarak, daha ileri ögelerle güçlendirilerek Kürt halkı ve Kürdistan’a uyarlanabilir. Kürt halkı kendi coğrafyasında, kendi bağımsız devletini kurmadığı sürece eski veya yeni sömürgeci boyunduruktan kurtulmuş olmaz. AB’ye geçiş de bu gerçeği değiştirmiyor. Değişecek olan, Türkiye sömürgeci yönetiminin artık Brüksel ile paylaşımı olacaktır ve hiç kuşkusuz bu eski durumdan hayli ileri ve daha iyi olacaktır. Baskıcı, yok edici bir sömürge yönetiminden, liberal ve görece demokratik bir sömürge yönetimine geçişi yaşayacak Kürt halkı AB ile. Bugünün genişleyip büyümekte olan Avrupasına temel teşkil eden Kopenhag politik kriterleri, verili şartlarda ileri olsa da, yarın ki Avrupanın gelişme koşullarına yanıt veremeyecek geri ilkeler olacaktır. Kopenhag politik kriterlerinin yürürlükte olduğu, yönlendirdiği AB’ye giren bir Türkiye, egemenliğini Brüksel ile paylaşarak bu birliğe girmiş olacaktır. AB’nin politik merkezi olarak Brüksel’in, Kürt halkı ve Kuzey Kürdistan üzerinde klasik, baskıcı bir sömürge yönetimini sürdüreceği düşünülemeyeceğine göre, Kuzey Kürdistan halkının ”demokratik sömürgeci AB merkezini” tercih etmesi gerekir. Ve böylesi bir durum, Kürtlerin hep söylediği gibi, ”bir Avrupa ülkesinin sömürgesi olsaydık, şimdiye değin sorunumuzu çözmüştük” düşüyle de örtüşüyor! Türkiye AB’ye tam üye olduktan sonra, Kürt halkı, ulusal demokratik savaşımını, Brüksel’in söz sahibi pozisyonuyla birleştirerek, demokratik ve barışçıl yöntemler ve diyalogla sorununu çözme olanağını elde edecek ve bu Kürt halkının, kendi haklarını, olması gereken düzeyde elde etme sürecinde, maddi ve insansal kaybın önünü alacaktır. Türkiye’nin AB’ye girmesi, Kuzey Kürdistan halkının anti sömürgeci savaşımına yeni bir içerik ve boyut getirecek, kazanımların kalıcılaşmasını sağlayacak ve büyük amacın, yani bağımsızlığın maddi şartlarının olgunlaşma süreci yaratılmış olacaktır.

Kürt pozisyonu
Türkiye’nin AB’ye girmesi, komisyon raporundan da anlaşıldığı gibi, büyük ölçüde, hatta belirleyici boyutta da denebilir, Kürt endekslidir. AB komisyonunun tercih ettiği tüm geri kavram ve üsluba rağmen bu ”Kürt faktörü” belirgindir. Türkiye devlet olarak en başta ve kapsamlı olarak ”Kürt sorunu”nda AB standartlarını uygulamazsa tam üyelik gerçekleşemez. AB yetkilileri bunu çoğu zaman diplomatik üslubu aşan tonda dile getiriyorlar ve bu Kürtlerin lehine bir tutumdur. AB içinden, Türkiye ve Kürt sorunu için Ispanya’dan Belçikaya kadar kimi ”örnek çözüm” modelleri öneriliyor. Ancak tüm bu pozitiv yaklaşımlara karşın asıl belirleyici güç Kürtlerin kendi pozisyonlarıdır. Kürtler kendilerini, sorunlarını nasıl adlandırıyorlar ve çözüm için çok somut olarak, ”ne” ve de ”nasıl” öneriyorlar! Bu çok önemli ve can alıcı sorular ikircimsiz, zigzagsız yanıtlanmadan, ona göre pratik politikalar oluşturmadan, alternativ formüller yaratılmadan ve bu komple hazırlığa uygun etkili bir diplomatik misyon örgütleyip uygulamaya koymadan, ne AB ile uyumlu, ne de AB’yi etkileyici ve bu etki alanı içinde Kürt halkının istem ve amaçları doğrultusunda yönlendirme yapılabilir, yol alınabilir.
Kuzey Kürdistan bakımından, Kürt halkının AB ile entegreli net bir politik hazırlık ve pozisyonu ne yazık ki yoktur. Kuzey Kürdistan’da güçlü kitlesel bir örgütlülük olmasına karşın, bu güç diplomatik saha da, bu reel gücünün oldukça gerisinde. Bu objektiv gerilik, -aslında yokluk daha doğrudur!-, AB Türkiye ilişkilerinde, görüşme süreçlerinde, AB tarafından hazırlanan rapor veya diğer önemli belgelerde, Kürt halkının istem ve amaçları, AB’nin kendi moral değerlerinin oluşturduğu sorumluluk çerçevesinde biçim alıyor, dile getiriliyor ya da vurgu yapılıyor. Dünyanın hiçbir yerinde Kuzey Kürdistan’da görülen türden bir paradoksal durum yoktur. Güçlü bir kitlesel hareket ve örgütlülük, Türkiye’yi her alanda kıskaca sokacak derece de etkili bir Kürdistan opozisyon hareketi, diplomatik planda bu varlığıyla, gücüyle bu kadar mı orantısız bir siliklikte olabilir! Ama ne yazık ki, Kuzey Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, PKK ve geleneği öncülüğünde, direnişçi bir savaşım çizgisine, örgütlü kitleselliğe, legal planda elde edilen azımsanmayacak oy oranı ve yerel yönetim mekanizmalarına rağmen, uluslararası alanda, diplomasi düzeyinde, marjinal bir etki dahi yaratamayacak durumdadır. PKK ve geleneği olarak Kongreya Gel’in, bu paradoksu görmesi, anlaması ve muhakkak bir çözüm üretmesi gerekir. Öte yandan PKK geleneği dışında kalan kimi politik oluşum ve çevreler de, toparlanıp etkilerini arttırmak yerine, geleneksel amipleşme sürecini adeta derinleştiriyorlar! Bir yanda verili koşullarda örgütlü, güçlü ve kitlesel PKK-Kongreya Gel hareketi, gücüyle orantılı bir diplomasi atağı yapacağına, tam tersine bir diplomasi hezimeti yaşıyor, beri yandan marjinal Kürt parti ve grupları da başka bir savrulma süreci yaşıyorlar. Ve ne acıdır ki, topyekün Kuzey Kürdistan parti ve grupları, çok yaşamsal bir sorun olan AB sürecinde dahi yakınlaşmıyor, ortak bir eğilim yaratmıyorlar. Bu çok güncel ve spesifik konu da dahi, ulusal çıkarlara hizmet eden ortak bir tutum takınmıyorlar. Kürt halkının istem ve amaçlarını bir deklerasyon halinde formüle etmiyor, birlikte sunma ortamı oluşturmuyorlar. En asgari koşullarda ve koordinasyon halinde Kürt halkının politik istemlerini AB’ye sunamıyorlar! Türkiye AB görüşme süreçleri, Kürtsüz yürüdü şimdiye kadar, bundan sonra da, en azından Kürtler akıllarını başlarına devşirmedikleri, hızla koordineli bir tavırla, ortak talepler deklerasyonu hazırlamadıkları ve sunmadıkları sürece, Türkiye AB görüşmeleri ”ikili” gidecektir. Koordineli bir ortak ”Kürdistan pozisyonu” ortaya çıktığı zaman, sürece etkili ve yönlendirici bir müdahale olabilir ve bu pozisyona orantılı bir sonuç elde edilebilir. Kuşkusuz doğru olan böylesi bir ”ortak ulusal irade” yaratarak AB sürecine müdahil olmaktır. Ancak Kuzey Kürdistan’da büyük ve örgütlü güç olan PKK geleneği bile, bir başına etkin ve de insiyatifli bir pozisyon almıyor veya alamıyor! Bu olmadığı sürece, herşey AB ve AB’nin norm, değer ve ilkeleri çerçevesinde, onların vicdan ve insiyatifinde ve onların formül ve üsluplarıyla ele alınıp yürütülecektir. Kürtlerin mevcut pozisyonu, insiyatif faktörü ve etkili rol oynama boyutunda değil, pasiv izleyici konumudur. Sürece müdahil ve yönlendirici olmanın yolu, aktiv olmadan ve koordineli bir ”Kürdistan misyonu” yaratmaktan ve bunu pratiğe aktarmaktan geçiyor. Kuzey Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, bu diplomasi zaafını aşmadığı sürece, uluslararası alanda çok ciddi sıkıntılar yaşamaya devam eder.

AB’yi anlamak
AB komisyonu, genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen’in hazırladığı raporu, 6 ekimde müzakere tavsiyesiyle birlikte açıklayarak, topu 17 aralık konsey toplantısına attı. Verheugen raporuna son şeklini vermeden önce eylül ayında Türkiye ve Kürdistan’a gitti, Diyarbakır’a uğradı, başta belediye başkanı Osman Baydemir olmak üzere, Kürtlerle bazı sınırlı görüşmeler yaptı. AB yetkililerinin her seferinde, Ankara’dan sonra Diyarbakır’a uğrama tavrı gelenekselleşti ve hiç kuşkusuz bu olumludur, Kürt halkıyla dayanışma anlamına geliyor, ayrıca da Kürdistan başkentinden Ankara’ya çok yerinde bir politik mesaj oluyor. Ancak, Verheugen’in Kürdistan gezisine rağmen, raporun Kürtleri ilgilendiren bölümleri, diplomatik tümce ve terimlerle serpiştirildiği için, AB’nin niyetini sözcük labirentleri arasında maharetle bulmak ve okumak gerekiyor! Ne ki, madalyonun her iki yüzüne ve objektiv olarak bakıldığı gibi, raporun Kürtleri ifade etmeye çalışan paragraflarına bakılırsa; ortaya her şeye karşın ”Kürt’ün lehine” çevrilebilecek çizgilerden oluşan bir resim çıkıyor. AB’nin taktik yaklaşımından anlaşılıyor ki, Türkiye, müzakere süreciyle zapturapt altına alınarak,  AB standartlarının yasal prosedürü hazırlanacak ve bu değişim sürekli denetim yöntemiyle pratikte uygulanmaya çalışılacak. Türkiye’nin bugüne kadarki ağırdan alma, kendine göre ve istediği zaman değişiklikler yapma politikalarının AB’yi böylesi bir taktik tavıra yönelttiği açık. Türkiye’nin ”değişim sicili” bozuk olduğu için bizce AB’nin böylesi bir politik manevra ile Türkiye’yi markajlamaya alması, ekonomik ve politik pres yaparak ”değişim”i ilerletmesi yanlış değildir. Bu AB preslemesi ile olabilecek değişimin kalıcılaşması ise, Kürt halkının göstereceği politik tutum ve kararlılığa ve aynı zaman da, sağlam ve yaygın örgütlülüğüne bağlıdır. Kürt halkı örgütlü gücünü arttırdıkça, AB’nin direkt ya da dolaylı olarak Türkiye üzerinde kurduğu denetim, etkili ve yönlendirici olabilir. Kürt halkının göstereceği örgütlü politik kararlılık ile AB’nin planlı baskıları Türkiye üzerinde demokratikleşme yönünde belirleyici etki yaratır. Kürdistan ulusal demokratik savaşımı ve AB’nin demokratikleştirme çabaları eğer uyumlu ve koordineli bir biçimde sürdürülebilse, Türkiye tam bir sandiviç operasyonuyla ciddi pozitiv gelişme ve değişime doğru yönlendirilebilir ve sonuç aldırılabilir. O nedenle, Kürdistan ulusal kurtuluşçularının AB sürecini, AB’yi anlayarak, ulusal demokratik kazanımları arttırıcı, geliştirici ve kalıcılaştırıcı önemli bir dış dinamik olarak sağlıklıca değerlendirmeleri gerekir. Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, özgün bağımsız duruşunu koruyarak, AB ile geliştireceği sağlıklı diyalog ve karşılıklı yarar ilkesi çerçevesinde oluşturacağı politikalar, paralel ve dayanışmacı pozisyon ve ilişkiler, Türkiye’yi sağlıklı ve kalıcı bir demokratik değişim ve dönüşüme doğru yönlendirir ki bu Kürdistan ve Kürt ulus sorununun nihai çözüm koşullarını olgunlaştırır. AB süreci bu pozitiv potansiyeli taşıyor ve Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi bunu önemsemeli ve sağlıklı bir biçimde ve de kararlılıkla değerlendirmelidir. Böylesi bir perspektivle AB anlaşılır ve değerlendirildiği sürece, AB’nin de Kürdistan ulusal kurtuluş hareketini, Kürdistan sorunu ve davasını anlaması olanaklı olabilir. Tüm renk, desen ve motifleriyle Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, AB’yi doğru bir biçimde anlayıp değerlendirdikçe, AB’nin de Kürdistan sorununu doğru anlaması sağlanmış olur. Bir başka deyişle, AB’nin doğru algılanması, anlaşılması, AB’nin de Kürt halkının gerçek sorununu doğru anlamasını beraberinde getirecektir. Kürtler AB’yi kendi şartlarında anlamaya çalışmalı ve bu kez kendi sorunlarının çözümünde etkili bir potansiyel güç olarak değerlendirebilmeli, bu beceriyi gösterebilmelidirler.

Politik illüzyon
Kimin Kürt’ü nasıl gördüğü, adlandırdığından önce Kürt kendisini nasıl görüyor ve adlandırıyor. Kürt kendisini adlandırmakta, sorununu ifade etmekte, çözüm formülünün bulunup uygulanmasında ikircimsiz ve net ise, önemli ve belirleyici olan budur. Kürt bu konuda göstereceği kararlılıkla, diş dinamikleri kendi yararına harekete geçirebilir ve bunu başarabildiği sürece de kazanımlarını arttırıp, kalıcılaştırabilir. Bu süreçte öne çıkan başlıca engellerden biri de kavramsal salvolardır. Karşıt güçlerin yarattığı kavramsal karmaşa bir etkisizleştirme aracına dönüştürülerek kullanılır. Bu türden çabaların boşa çıkarılmasının ana yöntemi, kendini çok berrak bir biçimde ifade etmektir. Özellikle 6 ekim raporuyla aktüel hale gelen ”azınlık” kavramı bu bağlamda değerlendirilmelidir. Egemen taraf, ”azınlık” ya da ”minorite” kavramını politik pozisyonuna göre tarif edemez. Her kavramın bir bilimsel definasyonu var. Mayorite (çoğunluk) ve minorite (azınlık) kavramları, sosyolojik bir faktı ifade ederler. Bu halk ya da ulus karakterli olabileceği gibi, sosyal katman, grup ve kategoriler için de kullanılabilir. Hiçbir ulus veya halk, sosyal ve sınıfsal anlamda homojen değildir. Aynı şekilde devletlerde ”etnik homojen” olamıyorlar. Heterojen sosyal ve etnik doku, bu kavramları doğurur. Bu bakımdan, eğer kavramsal definasyonda bir berraklık yoksa, bu kez özellikle ”egemen taraf” akıl almaz bir politik illüzyonla zihinleri bulandırmaya çalışır. Türkiye’nin doğruları saptırarak yaptığı da budur. Tabi bir de ”cumhuriyetin aslı unsuru” lafzı hemen ortaya atılıyor ki, bu da tam bir kandırmaca, kaba bir propaganda ve iğrenç bir politik illüzyondur! Bugünlerde Kürtlerin, TC’nin asli kurucu unsuru olarak tekrar lanse edilmesi, 1920’li yıllardaki kandırma politikalarının çok bayağı bir versiyonudur. Cumhuriyet, Kürtleri ”asli unsur” değil ”payanda” olarak kullandı ve cumhuriyeti öyle kurdu! Kürtler o dönem ”islam ve kardeşlik” söylemiyle aldatıldılar, ama bugün o Kürt yok ve bu ”asli unsur” kumpas kurgucuları Kürtlerin başına çorap öremeyeceklerdir veya öyle umut edilir!
Bir kez, Kürtler bakımından sorun açık ve berraktır, öyle olmalıdır. Kürdistan’ın en büyük parçası Türkiye’nin sömürgesidir. Türkiye, Kürdistan coğrafyasının büyük bölümünü işgal ve ilhak etmiş ve sömürge statüsünde boyunduruk altında tutyor. Böylesi bir politik statü içinde, çoğunluk ve azınlık kavramlarından söz edilmez. Kürdistan bir ülke olarak sömürgedir, Türkiye’de bir devlet olarak sömürgecidir. Burada önde ve belirleyici olan ”sömürge” ve ”sömürgeci” kavramlarıdır. Türkiye ve Kürdistan’in pozisyonlarını, politik niteliklerini belirleyen bu kavramlardır. Böylesi bir ilişkinin yaşandığı devletlerde, bazen egemen sömürgeci devlet nüfussal ve coğrafyasal olarak, elinde tuttuğu sömürge ülkenin coğrafyasından ve sömürge halkın nüfusundan az ve küçük olabilir. Böylesi bir durumda ”azınlık” sömürgecidir, ”çoğunluk” sömürgedir. Bu türden örnekler çoktur. Avrupalı birçok devlet, Afrika’da, Asya’da, Latin Amerika’da, toprak ve nüfus olarak kendilerinden hayli büyük ve çok ülke ve halkı sömürgeleştirdiler, yani çoğunluk üzerinde azınlık hegemonyası kurdular. Tabi tersi durumlar da, yani çoğunluk nüfusa ve büyük toprağa sahip olup, azınlık nüfus ve küçük toprağa sahip ulus ve halklar üzerinde sömürgeci egemenlik kuran devletler de oldu ve halen de var. Bu kategorik farklılıkla birlikte öncelikli ve belirleyici olan, ”sömürge” ve ”sömürgeci” kavramlarıdır. Ne ki, Osmanlıdan beri ve özellikle de TC’nin kuruluşu ve sonrası yıllarda, bilinçli bir sömürgeci politika ile Kürdistan’ın demografik yapısı alt üst edilmeye çalışıldı. Zaten 1980’li yıllarda Kürdistan’da başlayan örgütlü, etkin ve yaygın silahlı korunma ve koruma savaşımı, yani gerilla savunma savaşımı sonrasında ise daha vahşice sürdürüldü bu yerinden etme politikaları. Türklerin bu yüzyıllara varan demografik yıkım politikaları ve zora dayalı göç ettirmeler sonucu, Türkiye’nin orta, güney ve batı bölgelerinde çok yoğun bir Kürt nüfus birikmesi meydana geldi. Bugün sadece Istanbul’da beş milyona yakın bir Kürt nüfus yaşıyor. Ankara, Izmir, Konya, Adana, Mersin başta olmak üzere, daha birçok Türkiye kentlerinde de beş milyona yakın Kürt yaşıyor. Bu kentlerin çoğunda Kürtler, görece homojen koloniler halinde yaşıyorlar. Istanbul, Ankara, Konya, Izmir, Adana, Mersin başta olmak üzere, diğer Türkiye kentlerinde yaşayan Kürt nüfus yaklaşık on milyondur. Kuzey Kürdistan nüfusu ise yirmi milyonu aşkındır. Türkiye içinde, -Kuzey Kürdistan dışında-, farklı il ve ilçelerde ama görece homojen koloniler halinde yaşayan bu yoğun Kürt nüfus, ”azınlık” yani ”minorite” kategorisinde değerlendirilebilir. Bu Kürt azınlığın etnik ve demokratik asgari talepleri, AB’nin demokratik yapısının omurgasını oluşturan Kopenhag politik kriterleri kapsamında ele alınmalı ve bu çerçevede acil bir çözüme kavuşturulmalıdır. Bu Kürt azınlığın etnik ve demokratik istemlerinin ”azınlıklarla ilgili sözleşmeler” çerçevesinde olabilecek çözümü, Türkiyenin sömürgesi olan Kürdistan ve halkı için ancak görece bir ara çözüm olabilir.  Bu bakımdan, Türkiye’nin resmi ”misak-ı milli” sınırları içindeki ”Kürt problemi”, iki yönlüdür ve doğal olarak çözümü de farklı içerik ve özellikler taşıyor. Ancak bu birbirinden ayrı karakter ve çözüm modellerine karşın, özellikle ve en başta ”sömürge” ”sömürgeci” ilişkilerinin tasfiye edilmesi, Kürdistan’ın özgürleşmesi, ”self- determinasyon” koşullarına kavuşması, farklı Türkiye kentlerinde ama topluca yaşayan Kürtlerin demokratik ve etnik taleplerine kavuşmasını sağlar. Ne var ki, Türkiye kentlerinde yaşayan Kürtlerin ”azınlık” haklarına kavuşmaları, Kürdistan’ın  politik yapı ve statüsünü değiştirmez, ama nihai kurtuluş yolunda kayda değer bir kazanım olarak ara çözüm modelinin hayat bulmasını sağlar. Kürdistan ve Kürt halkının bu reel durumu dikkate alındığında, ”azınlık” kavramı ve ”azınlığa göre çözüm” formül ve modeli, red edilecek bir önerme değildir. Kuzey Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, AB’nin esas olarak Kürtleri kastederek geliştirdiği ”azınlık hakları” projesi, tüm geriliğine rağmen, yukarıda izah ettiğimiz koşul ve çerçevede ele alınmalı, değerlendirilmeli ve desteklenmelidir. Verili koşullarda, AB’nin ”Kopenhag politik kriterleri” içinde ifadesini bulan ”azınlık hakları” talebi sahiplenilmeli ve Türkiye’nin bunu kabul etmesi için AB ile entegre bir politika geliştirilmelidir. Türkiye’nin ”azınlık” kavramı definasyonu baştan beri yanlıştır, bilimsel değildir, yılların inkar politikalarının adıdır. O nedenledir ki yıllardır uygulamadığı Lozan antlaşmasına dayalı geri definasyona bugün hararetle sarılıyor. AB’nin raporunda yer verdiği ”azınlık” kavramı definasyonu ise, Türkiye’ninkinden ileri, ama Kürtlerin kavramsal definasyonundan geridir. Buna göre, Kürt halkı AB sürecine dahil olmak isteyen Türkiye devletine karşı, AB ile paralel ve entegre bir biçimde, ”azınlık hakları”nın eksiksiz yaşama geçirilmesini sağlamalıdır. Bu ”azınlık hakları” projesi, Türkiye’nin belli başlı büyük kentlerinde topluca yaşayan Kürtlerin özyönetimsel bir model ile etnik ve demokratik haklarının tanınması ve kullanılması şeklinde acilen pratiğe geçirilmelidir. Bu adım Kürdistan sorununun çözümünü de önemli oranda kolaylaştıracaktır. Azınlık hakları projesinin yaşam bulmasıyla, Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, Türkiye’nin sömürgeci devlet aygıtında muazzam bir gedik açmış olacak ve bu da esas büyük kurtuluşun yolunu genişletecektir.
Türkiye’nin AB’ye üyeliğe hazır hale geliş süreci, zaten ”azınlık hakları”nın kabülü ve esiksiz uygulamasıyla olanaklıdır. AB’ye üye olan Türkiye, sömürgeci devlet statüsünü uzun süre sürdüremez. Kaldı ki, AB’nin ”egemenlik paylaşımı” ilkesi çerçevesinde, Brüksel ortak yönetimi, Kürdistan üzerinde Türkiye eliyle ”sömürgeci güç” olacaktır ki, AB’nin yapısı, değerleri, normları ve ilkeleri bunu taşıyamaz. Böylesi bir süreçte, Kürdistan ulusal demokratik güçleri de, Brüksel yönetimi üzerinden Türkiye’yi zorlayarak çözümü dayatır ve kabul ettirirler. Bir bütün olarak AB, Brüksel yönetimi, kendi moral ve etik değerlerini, demokratik ilkelerini çiğneyerek, Türkiye’nin sömürgeci karakterine ortak olacak bir çöküntüyü, paradoksu yaşamak istemezler, yapamazlar, kendilerini inkar edemezler. Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, AB’ye üye olmuş, sömürgeci karakter ve statüsüne AB’yi de ortak etmiş bir Türkiye’yi, AB platformunda, demokratik savaşımla çözüme mecbur edebilir. AB üyesi olan bir Türkiye ile sürdürülecek demokratik savaşım, AB yönetiminin sorumluluğu ve bir ölçüde de garantörlüğü ile Kürdistan sorunu daha sağlıklı bir çözüme kavuşacaktır. Türkiye’nin geleneksel saldırganlığı, imhacılığı AB süreciyle ve soruna AB direkt dahil edilerek önlenebilir. Kürdistan’ın bir Filistin ve Çeçenistan örneğinde olduğu gibi, yakım ve yıkım yaşamaması, Türkiye’nin AB süreciyle ve AB ile birlikte sağlanabilir. Türkiye’nin uzun vade de Kürdistan ve Kürt halkı üzerindeki, Sırpların Balkanlardaki vahşi politikalarına benzer bir saldırganlık ve yoketme politikalarının önünü almak, demokratik savaşımla ulusal demokratik hakları elde etmek için, AB sürecinin sağlıklı ve pozitiv gelişmesine katkı yapacak politikalar geliştirilmeli ve uygulanmalıdır. Kürt halkı, AB üyesi olmuş bir Türkiye’nin ”resmi sınırları” içinde de olsa, Kürdistan coğrafyasında hangi model altında olursa olsun özyönetimini kurma olanağını elde edebilir. AB içinde ve ulusal coğrafyasında görece egemen özyönetimini kurmuş Kürt halkı, AB’nin refah düzeyi ve ileri yaşam standardını elde ederek, ilerde bağımsız olabilme şartları ve iradesini olgun hale getirebilir. Türkiye üzerinden AB’ye girmiş, AB’nin demokratik değer ve ilkeleri çerçevesinde coğrafyasında özyönetimini kurmuş bir  Kürt halkı, koşullar olgunlaştığında, ”self-determination” hakkını kullanarak ayrı ve bağımsız devletini kurabileceği gibi, aynı bağımsız ve egemen yapı ile, AB’nin konfederal yapısı içinde de yer alabilir.

İyimser bakış
Sonuç olarak, AB komisyonu 6 ekim raporuyla Türkiye’nin ”müzakere süreci”nin başlaması için yeşile dönük sarı ışığı yaktı ve 17 Aralık AB konsey toplantısına tavsiyede bulundu. Konsey’den nasıl bir karar çıkar, henüz tam olarak bilinmemekle beraber, AB’nin büyük merkezlerinden yayılan heberlere göre komisyonun tavsiyesine uyulacağı ve ”müzakere tarihi”nin verileceği kesine yakın gibidir. AB’nin, komisyon, konsey, parlemento ve diğer kurumları, Türkiye’de Kürtler için sadece ve ısrarla kullandıkları ”azınlık” kavramı, geri terim ve sözcüklere karşın, negativ bir tutum içinde de değildirler. Kendi bakış açıları, gereksinim ve çıkarları doğrultusunda da olsa, Kürtler için bir çözüm önerisini Türkiye’nin önüne koyuyorlar. Bunu yaparken, kuşkusuz yanlışlıklar yapıyorlar, en başta Kürtleri Türkiye ile eşit bir politik partner olarak ele almıyorlar, Kürt taleplerini bizzat Kürt temsilcilerini muhatap alarak formüle etmiyorlar. Dolayısiyle onların çözüm formülü, şekli ve zamansal hızı, Kürtlerinkiyle uyuşmuyor, çakışmıyor. Kürtlerin haklı olarak acelesi ve ileri talepleri var. Ne var ki, AB’nin Kürtlere karşı çok özel bir kasıtları olduğu da söylenemez. Ayrıca, Kürtler de, bu süreçte AB karşısında Türkiye ile birlikte partner olabilecek, ne bir ortak ulusal irade gösterebildiler, ne etkili bir diplomasi geliştirebildiler, ne de somut, öz ve rasyonel bir çözüm planı sunabildiler. Kürtlerin bu ciddi zaafına karşın, AB’nin 6 ekim raporu sonrasında, Saharov ödülünü verdiği Kürt politikacı Leyla Zana ve arkadaşlarını Brüksel’de üst düzey devlet protokolü ile ağırlaması, bir dizi görüşme yapması, parlamentoda özel konuşma olanağı sunması, ortak basın toplantısı düzenlemesi, önemsenmesi gereken pozitiv yaklaşımlardır. AB, iki hafta arayla önce Türkiye başbakanını parlamentoda konuşturdu, sonra da Leyla Zana’yı aynı kürsüde ağırladı ve kısa sayılamayacak bir konuşma süresi tanıdı, konuşması ayakta alkışlandı. AB’nin Leyla Zana ve arkadaşlarına uyguladığı protokol ve seramoni, formel de olsa, -kaldı ki haksızlık edilmemeli, formalitenin ötesinde, Kürt halkıyla içten dayanışan bir öz taşıyordu-, sıcak bir karşılama yapıldı. Kürdistan ulusal kurtuluş hareketinin, uluslararası diplomatik savaşım koşullarını rasyonel bir biçimde değerlendirmesi gerekir. Kürtler kendi şartları ve istemleri içinde AB’yi görmek istiyorlar ve bu anlayışla karşılanabilir. Ne var ki, rasyonel olan, AB’yi kendi şartlarında kabullenmek, reelpolitik ve karşılıklı yarar ilke ve gelenekleri içinde AB’ye yaklaşmak ve ilişki geliştirmektir. AB’nin çözüm öneri ve formülleri, ilişki ve diyalog kurularak, geliştirilerek daha ileri bir düzeye getirilebilir, Kürt halkının çözüm planlarına yakınlaştırılabilir. Doğru olan, gerçekçi olan Türkiye’nin AB üyelik süreci ile bağlantılı olsun ya da olmasın AB ile sıkı bir diyalog içinde olmak, Kürt halkının hak ve taleplerini ilk ağızdan ve direkt AB ile konuşmak, iletmek ve onları bu doğrultuda yönlendirmektir. Bunun için dağınık değil, ortak ve koordineli bir ulusal temsil gücüyle AB ile ilişki geliştirmek gerekir. AB’ye uzak durmak, Kürt halkının çıkarlarıyla bağdaşmıyor, aksine zarar veriyor. AB’ye yönelik eleştiriler, uzak durarak değil, diyalog içinde olarak etkili olabilir, yararlı sonuçlar yaratabilir.
6 ekim raporu sonrası gelişmeler ışığında Leyla Zana ve arkadaşlarının Brüksel gezisi ve AB ile görüşmeleri kapsamında yapılan konuşmalar, temaslar, verilen mesajlar, politik içerik olarak ele alındığında, aslında çok eleştirilen AB perspektivinin ilerisinde değildi. Leyla Zana’nın parlamento konuşması politik içerik olarak oldukça vasat bir düzeydeydi. Çok popülist bir ”barış ve kardeşlik” teması egemendi. Kürt halkının, Kürdistan sorununun can alıcı yönüne vurgu yapılmadı. Konjonktürel bir üslup ve içerikle yapılan konuşma, formel olarak da yanlış yapıldı. Avrupa parlamentosunda yapılan konuşmanın ilk bölümü Kürtçe olmalıydı, yani konuşmaya önce Kürtçe başlanmalıydı. Bu sadece şekile ilişkin değil, politik tutum ve ayrıca uğruna on yıl hapis yattığı değerlere saygı anlamında da öyle olmalıydı. Ayrıca, Leyla Zana, Kürt halkının istemlerini çok net, berrak ve savaşım gücüne orantılı bir formülasyonla sunamadı. Zana, konuşmasının içeriğini, AB’nin çok eleştirilen yaklaşımıyla benzeştirdi. Türkiye devletinin ”sistematik işkence” yapmadığı şeklindeki AB görüşüyle çakışan bir tavır sergiledi ki bu aslında objektivlikten uzaklaşmaktı. Leyla Zana’nın ”işkence” definasyonu ile Türkiye başbakanı ve AB komisyonunun resmi definasyonu, Leyla’nın niyeti ne olursa olsun denkleşti ki bu da Leyla’nın ”karşılıksız ödendi” dediği ”bedel” ile çelişikti.  Kaldı ki, Türkiye devleti Kürdistan’da yaptığı yaygın operasyonlarla aralıksız bir ”sistematik işkence” yapıyor. İşkence sadece ”falaka” dan ibaret değildir! Ayrıca sağlara yapılan işkencenin sistematikliği bir yana, öldürülen özgürlük savaşçılarının temiz bedenleri insanlık dışı yöntemlerle tahrip edilerek en ağır sistematik işkence sürdürülüyor. Bunun yanı sıra, Kürdistan’da korkunç ve sistematik bir ”ekolojik işkence” de yapılıyor. Leyla Zana’nın kenti Diyarbakır’da ”Hewsel Bahçeleri”nde, ”terörist avı” adı altında, daha yakınlarda yapılan ağır tahribat, çok ağır, planlı ve sistematik ekolojik işkenceydi, ki aslında Kürdistan’da tam ve sistematik bir ekolojik jenosid de uygulanıyor!
AB’nin resmi yaklaşımı ne kadar eleştirilse de, reelpolitik şartları dikkate alınarak, bir ”mazeret” bulunabilir ve ”ehveni şer” kabul edilerek iyimser bakılabilir ve bakılmalıdır. Ama Kürt halkının politik temsilcisi sıfatıyla AB kurumlarında bulunmak, konuşmak ve buna karşın, yüzeysel bir içerikle yetinerek sadece sıradan ”Kürt hakları”ndan söz etmenin mazereti bulunamasa da, Leyla Zana’nın savaşımı, AB ile temas ve ilişkileri Kürt halkının savaşımıydı, saygındı. Leyla Zana’nın Kürtlere yönelik çağrısı ise, ortak bir dileği ifade etti ve çok doğruydu, ayrıca zaman ve mekan olarak da oldukça isabetliydi. AB, Leyla Zana’yı onurlandırdı ve bu Kürt halkına sunuldu. AB, Leyla Zana’yı alkışladı ve bu hem Kürt halkıyla dayanışma anlamına geldi, hem de Türkiye’ye ”Kürtleri de destekliyoruz” mesajı olarak verildi.
Tüm bu iyimser değerlendirme ve yaklaşıma karşın, AB’nin Kürt halkını ve Kürdistan sorununu tam anlamıyla anladığı kuşkuludur. O halde anlatılmalıdır. Ankara kriterlerinin, entrikalarının önünü almanın yolu, 17 aralıkta, büyük ihtimalle, çıkacak müzakere kararı sonrası süreçte olabilecek ”sürpriz” kaza ve belalara fırsat vermemenin çaresi, AB ile diyalog, sıkı ilişki ve işbirliğinden ve sorunu iyice, sağlamca kavratmaktan geçiyor.

ROJAN HAZIM
15 Ekim 2004