TC’nin geleneksel ve de iflah olmaz anti
Kürt politikalarının dönemsel olarak hızı ve rengi değişkenlik gösterse de,
genel de temel bir stratejik kanalda ”istikrarlı” olarak sürüyor. Bu temel ve
stratejik anti Kürt politikaların kuramcısı ve eylemcisi tüm TC adına TSK’dir.
”Derin devlet” kavramının gizemi kalmadı ve artık o ”çukur devlet”in TSK olduğu
biliniyor. Kaşarlı ”devlet adamı” Süleyman Demirel’den tutun 12 eylül faşist
cuntasının şefi Kenan Evren’e kadar belirli ve önemli ”kişiler” zaten bunu açıkca
söylediler. Komşu Türk halkı ve demokratları da sanki yeni öğrendiler ama bu
Kürtler bakımından ta baştan belliydi.
TSK’nin gizli açık ”düşünce üretim”
merkezleri var. Bunların kumanda merkezi kuşkusuz Genel Kurmay’dır. Ama
geliştirilip, olgunlaştırıldığı merkezlerin başında Harp Akademileri, Silahlı
Kuvvetler Akademisi, Milli Güvenlik Akademisi ve Stratejik Araştırmalar
Enstitüsü gelir. Bu metro laboratuvarlar içinde ”sivil” kesimden üst düzey
yöneticiler de kılı kırk yararcasına seçilerek eğitiliyor ve ”TC’nin bekası”
için ”güvenli kişi” yetiştiriliyor. Bu belirtilen ”akademi” ve ”enstitü”lere
kurmay subaylar içinden de en ”yetenekli” ve ”atatürkçü” ”elit kişiler”
seçiliyor. Yine TC’nin üst düzey sivil bürokratik kesiminden de ”seçmeli”
kişiler, kaymakam, validen, polis şeflerine, savcı, hakim ve müsteşara kadar,
belirlenip bu ”Türkçü beyin yıkama merkezleri”nde eğitilip TC’nin kilit
noktalarında görevlendiriliyorlar. Bu resmi bürokratik hiyerarşi mekanizmasının
dışında, bir de özel sektör ve medya alanlarından da ”güvenli” kişiler bu
merkezlerde eğitim görüyor ve kendi alanlarında etkili konumlara
getiriliyorlar. TSK ana kumanda merkezi olarak Genel Kurmay’ın planlamasındaki
bu ”eğitim kurumları”nda seminer ve konferans veren çokca gazeteci, akademisyen
ve bürokrat var. Bu seminer ve konferansların bazıları gerektiği ölçüde
kamuoyuna duyurulur, ama esas ”misak-ı milli”ci ”öğretiler” metro zemininde
kalır ve TSK’nin planlayıp hayata geçirdiği operasyonel eylemlerde ”yol
gösterici düşünce”ler olarak ”muhafaza” edilir.
TC’nin bir ”güvenlik sorunu” olarak
gördüğü Kürt ve Kürdistan probleminin ”bertaraf edilmesi” için havale ettiği
kurum olarak TSK, işte sözünü ettiğimiz bu metro laboratuvarlarda, yerin yedi
kat altındaki labirentlerde ”imha” plan ve projelerini geliştirip pratiğe
aktarıyor. TSK yönetiminde ve TSK laboratuvarlarında hazırlanan bu ”anti Kürt”
politikaların ana ekseninin oluşmasında Türk Üniversitesi’nin, Türk Medyası’nın
öncelikle teorik, gerektiğinde de pratik desteği var. TSK damgalı ”Misak-ı Milli”ci
”düşünce üretim merkezleri” ve ”ideologları” yine TSK’nin alan ve kapsamını,
elastikiyet kabiliyetini belirlediği çerçeve içinde hareket ediyorlar. Aktiv
olan sağcı kanatın tüm renk ve tonlarının beslendiği, doyurduğu ırkçılık,
şovenizm ve faşizan milliyetçilik damarlarının dolaştırdığı ”sıvı” TSK dolum ve
boşalım tesislerine çıkıyor. Merkezci liberal kesimlerin ”ılımlı” gibi görünen
”tebessüm”lerinin aslında bir diş gıcırdatması olduğunu sadece Kürtler
farkedebiliyor. Türk solunun geleneksel çizgisi de sosyal şovenizmin girdabında
döndüğü için TSK’nin belirlediği ”fleksibilite” dahilinde davranabiliyor. Varsa
şayet ”Türk hümanizmi”, ”Türk sosyaldemokrasisi” de yine bu TSK icazetli ”esnek
çember” içinde deviniyor. ”Kelaynak” türünden kalan gerçek Türk
sosyalistlerinin, Türk demokratlarının sayısı zaten çok az ve ne yazık ki
olanın da sesi kısık, hem de çok kısık çıkıyor. Ne ki, bu ”ses kısıklığı” TSK
patentli değil, bir türlü yaratılamayan ”hareket olanakları”ndan kaynaklanıyor,
yani ciddi bir olanaksızlıktan sözedilebilir hakiki Türk sosyalistleri ve
hakiki Türk demokratları bakımından. Gerçi bu onlar açısından bir zaaf olsa da,
aynı zamanda da bir Türk toplum realitesidir. ”Ordusever”liği ve ”asker
millet”liği ile övünen bir halk olarak Türklerin kapı ve pencereleri komşu halk
ya da ”öteki halk”lara genelde kapalıdır. Hak eşitliği, özgürlükler, adalet,
barış, insan sevgisi gibi evrensel insani değerleri sadece kendisiyle ve
kendisi için sınırlayan ”necip Türk halkı”, kendi ”soy”undan da olsa ”hakiki sosyalistler”e,
”hakiki demokratlar”a pek ”yüz vermiyor”!. TSK’nin ”müdahil” olamadığı bu bir
elin parmak sayısındaki Türk sosyalistleri ve Türk demokratları dışında, Kürt
halkı ve Kürdistan sorunu için ”hayır Allah” diyen bir kul ne yazık ki
bulunmuyor şu Türkiye’de!.
Işgal ve Güvenlik
Iç ve dış güvenliğinin teorik ve pratik
gereksinimlerinin tamamını TSK’ye havale eden TC hükümeti ve tabi Türk halkı,
geleceği ile oynadığını anlamamakta direniyor. TC yönetimi ve Türk halkı,
başını kuma sokarak kıçının güvenliğini TSK’ye bırakmayı ısrarla sürdürüyor.
Türk halkı bu iğdiş edilmişliğinin bedelini çok ağır ödüyor. Bu yılın başından beri meydana gelen olaylar,
TC hükümetinin, Türk halkının ne denli ”önünü görmez” hareket ettiğini
gösteriyor. TC adına Kürdistan’ı işgal eden TSK, bir milyona yakın mevcudunun
üçte ikisini Kürdistan’da konuşlandırıyor. TC devletinin güya sivil idaresi
olarak TC hükümeti, Kürdistan’a yönelik ekonomik ve sosyal politikalarını,
yatırım ve istihdam projelerini TSK konseptine göre planlıyor ve uygulamasını
TSK’nin vizesiyle sınırlı tutuyor. Hükümet yine AB projesi çerçevesinde olması
gereken Kürt dili ile eğitim ve öğretim planını ”kurs”a indirgemekle kalmıyor,
pratikte de işlemez hale getiriyor. Kürdistan’ın yönetimi Milli Güvenlik konseptine
uygun olarak ve yine MGK kararı ve hükümet onayıyla tümüyle TSK’ye devredilmiş
durumdadır. Buna göre, TC’nin Kürdistan işgalinin sosyoekonomik, sosyokültürel
ve sosyopolitik ekseni tam anlamıyla TSK koordinatörlüğü ve hakimiyetinde devam
ediyor. TC’nin genel sömürgeci politikalarının ana kumandası ve pratik
uygulamacısı TSK’dir. Küçük büyük tüm Kürdistan kentlerini ”sivil giysi”li vali
ve kaymakamlar değil, garnizonlar yönetiyor. Sömürge Kürdistan’daki halk
yaşamı, TSK’nin ”güvenlik eksenli” ”militer politika”larıyla dizayn ediliyor.
TC’nin işgal politikasının fiili uygulayıcısı olan TSK, bu pratiği ile en başta
kendisinin ve adına hareket ettiği TC’nin güvenliğini sabote ediyor, tehlikeye
sokuyor. Sömürgeci boyunduruğa karşı yıllardır, ama özellikle 1984 ağustosundan
beri de ciddi bir silahlı direniş gösteren Kürt halkı, TC’nin işgalci gücü
olarak TSK ve diğer iç güvenlik güçlerinin hareket kabiliyetini zorlaştıran,
sınırlayan bir güç oluşturdu. Kürt halkı adına silahlı direnişi örgütleyen ve
uygulayan politik güç olarak PKK, 1984 15 Ağustosundan, 1999 02 Ağustosuna dek
hızı, kapsamı ve etkisi büyüyen bir haklı savunma savaşımı olarak etkin gerilla
savaşımı verdi. Kürt halkının bu aktiv meşru savunma sürecinde TSK,
Kürdistan’da ağır tahribat yaratırken, Kürdistan silahlı kuvvetleri olarak
gerilla gücü de, TC işgalciliğinin kanlı yüzü olan TSK’ye ağır kayıplar
verdirdi. O 15 yıllık sürede işgal altındaki Kürdistan’da zaten ”güvenlik”
yoktu ama TC’nin resmi sınırlarının kuzeyi, batısı ve güneyinde de ciddi bir
güvenlik sorunu oluştu. Bu ”sıcak savaş” döneminde Kürt silahlı kuvvetlerini
kumanda eden PKK, birçok kez ”ateşkes” uyguladı, muhtemel ”Kürt-Türk
diyalogu”na şans veren pratikler geliştirdi. Ne ki, TC ve TSK bu pozitiv
süreçleri değerlendirmedi, aksine ”Kürt tarafın zaafı” yanılgılsıyla hareket
ederek, ateşe benzin döktü. Ateşi kendisi harladı ve yine kendisini yaktı. TC o
sıcak savaş yılarında 150 milyar dolar askeri harcama yaparak ekonomisini “Lut
Gölü”ne gömdü! Savaşın öncelikle Türk halkının yaşamında yarattığı sosyal ve
psikolojik travma ve deprasyon tsunami boyutlarında oldu. Tam o sıcak savaş
yıllarında TC’nin başta ABD olmak üzere tüm Nato müttefiklerinin planlama ve
uygulamasıyla PKK’nin lideri Abdullah Öcalan 15 Şubat 1999 da Kenya’da TC’ye teslim
edildi. Öcalan Haziran 1999 da TSK denetimindeki ”ada mahkemesi”nde yargılandı
ve idam cezası verildi. PKK lideri bu adil olmayan yargılama ve cezaya karşın,
-[ki AIHM de geçen Mayıs ayında bu yönde bir karar verdi]-, TC’ye ve TSK’ye
karşılığı olmayan ”ağır taviz” derecesinde bir ”şans” verdi ve silahlı savaşımı
durdurma kararı verdiği gibi, PKK’nin tüm silahlı kuvvetlerini ”TC’nin resmi
sınırları”nın dışına çıkması direktivini verdi. Örgütü, yani PKK, kendi
liderinin bu ”emir”ini harfiyen yerine getirdi. PKK’nin bu ”çıtayı yere koyma
stratejisi”ne karşın TC ve TSK baskı ve saldırılarını son hızla sürdürdü. Öyle
ki, TSK ”sınır ötesi” harekatlarla Güney Kürdistan’ı işgal derecesinde
saldırılar yaptı. 99 Ağustosundan 2004 haziranına kadar geçen sürede PKK kendi
taraftarlarını da şaşırtacak hatta tepki gösterecek politik zigzaglar yaptı,
ama sivil ve kitlesel hamleler de gerçekleştirdi, yönlendirdiği legal alanda
ciddiye alınması gereken ağırlıkta demokratik seçim kazanımları elde etti,
azımsanmayacak sayıda yerel yönetimler kazandı. Ancak TC’nin ana kumanda gücü
olarak TSK, Kürdistandaki savaşın hızını kesmedi, yakım ve yıkımına devam etti.
TC’nin sivil giysili kuvvetleri de politik ve diplomatik alanda genelde Kürt
hareketine, özelde de PKK’ye karşı tasfiyeci girişimlerine tam hız devam etti.
PKK hareketi tüm versiyonlarıyla, TC’nin bu saldırganlığına rağmen ”silah
kullanmama” politikasını, kimi istisnalar dışında, korudu. Ne var ki, TSK’nin
imhacı, TC’nin yeni AKP hükümetinin de en hafif deyimle ”eyyamcı”
pratiklerinden ötürü, PKK haziran 2004’ten itibaren ”silahlı savunma”yı tekrar
gündemine aldı ve dozunu TSK’nin saldırganlığına orantılı olarak arttırdı. TSK
özellikle bu yılın bahar aylarından beridir, kimyasal silah dahil çok ağır
silahlarla Kürdistan’ı vurmaya, yakmaya devam ediyor. Güney Kürdistan’daki
enine boyuna ve derinliğine devletleşme gelişmelerini bloke etmek amacıyla
PKK’nin lojistik alanlarını bahane ederek yine bildik ”sınır ötesi” savaş
tahriklerinde bulunuyor. Tabi PKK’nin kumandasındaki gerilla gücü de ”armut
toplamıyor” ve TSK’ye karşı son derece etkin direniş gösteriyor ve mevzi
başarılar elde ediyor. Bugün, 99 öncesi genişlikte olmasa da, stratejik
alanlarda gerilla güçleri var ve bunlar ciddi bir savunma hattı oluşturuyor.
TSK, bu altı yılda yükselttiği ”bölücü hareketi” bitirdik propagandasının nasıl
kocaman bir yalan olduğunun görülmesiyle iyice hırçınlaşıyor ve askeri harekat
sınırlarını sürekli genişleterek Kürt halkını topyekün sindirmeye çalışıyor.
TSK ve TC’nin bilumum kurumları, kendi yarattıkları ”PKK terörünü ezdik”
illüzyonunun altında kalmanın ciddi sıkıntısını yaşıyorlar. TC hükümetinin
Avrupa Birliği’nin gerekleri ve yine AB’nin kriterleri doğrultusunda ”kerhen”
yaptığı kimi yasal değişiklikler yine en başta TSK ve diğer anti Kürt kurum ve
odakların katkısı ve yönlendirmesiyle pratikte işlemez hale getiriliyor.
TSK’nin örgütleyip kumanda ettiği anti Kürt cephe bu son aylarda işi ”Kürtler
dışarı” sloganının yükselmesine kadar getirdi. Bayrak operasyonundan ”sözde
vatandaşlık”a, ”Kürt aydını” kavramı da ne oluyordan ”Kürtleri görmezlikten
gelin”e kadar pervasız bir saldırganlık geliştirildi. Tüm bu ”anti Kürt” cephe
dizaynları, TSK’nin malum metro laboratuvarlarında Türk bilim ve medya
elemanlarının katkısıyla şekilleniyor, sonra da TSK’nin savaş kararı veren
salonlarında ”Türk medyasına brifing” verilerek ”necip Türk halkı”na
açıklanıyor ve tabii tüm Türk kurumları bu general açıklamalarını anında
pratiğe geçiriyorlar. TSK, TC hükümetinin Kürdistan’la ilgili açıklamalarının çerçevesinide
belirliyor ve hem başbakan, hem de diğer devlet zevatı, Türk Genel Kurmayı’nın
koyduğu şablon içinde konuşuyor ve davranıyorlar. TSK, politik terminolojinin
sınırlarını da çiziyor ve TSK standartları koyuyor. Başında ”Kürt” adı geçecek
kavramlardan ”behemahal kaçınılması” emrini veriyor. Kürt’e ait haberlerin ve
görüntülerin medya araçlarında yer almaması gerektiğini askerce vurguluyor. TSK
sahte solcularla diğer bilumum sağcıların ”Türk” ittifakını oluşturuyor ve bu
güçleri uluslararası alanlarda eyleme sürüyor. Lozan’daki ”kızılelma” eyleminin
örgütleyicisi ve finansörü TSK’dir. TSK, akademik çevreleri, yazar ve
çizerleri, aydınları da ”Türk hümanizmi” ekseninde harekete geçiriyor, Kürt’e
tavır aldırıyor. Iğdişleştirilmiş Türk halkı, beyni ve vijdanı satın alınmış
Türk bilim adamı, sanatçısı, yazarı ve çizeri, aydını Kürt’e düşman ediliyor.
Kürt’ten söz eden herhangi bir kurum ve kuruluş derhal izole edilerek, afişe
ediliyor, saldırılara açık hale getiriliyor. Insani değerlerle donanmış, etnik ve
sınıfsal orijini ne olursa olsun, amacı sadece ”insan hakkını arama, koruma ve
kollama” olan kurum ve kuruluşlar, Türkiye’de en mağdur insanlar olarak
Kürtlere yapılan zulmü teşhir ettiği için, tecrit edilmeye çalışılıyor. Bunu
TSK planlıyor, Türk kurum ve bireyleri de uyguluyor. Türkiye Insan Hakları
Derneği’ni TSK’nin direk ve indirek telkinleri ve tehditleri ile ve de
”Kürtleri koruyor” ithamıyla terkeden yazar, çizer ve aydın Türkler, TSK’nin
savaşçı politikalar üreten değirmenine su taşıyorlar. TSK, Türkleri batağa
götürüyor. TSK, bu son zamanlardaki atraksiyonlarıyla savaş boylarındaki
hezimetini örtmek için sivil alanlarda Kürtlere karşı her boydan ”Türk
cephesi”ni örgütlüyor. TSK, Kürtlere karşı tüm Tük güçlerini aktivleştirerek
kuşatma stratejisi izliyor. Türk halkı, TC’nin sivil idarecileri, sivil kurum
ve kuruluşları, Türk medyası, TSK’nin bu ”Enverci” ve ”Talatçı” macera
politikalarına çanak tutarak, geleceklerini karartıyorlar. Öte yandan TSK’nin
savaşta ısrarı, Kürt ve Türk konumlanmasını tahkim ediyor. TSK, Türk tarafında
homojen anti Kürt tavrı geliştirmekte hayli mesafe alıyor. TSK Genel Kurmay
başkanının 5 Ağustos’ta Afganistan’dan dönen TSK birliğini karşılama töreninde
yaptığı konuşma bu tespitimizi doğruluyor: General Özkök şöyle diyor; ” Türk
Silahlı Kuvvetleri, halkı eski acılı günlere geri götürmeyi amaçlayan bölücü
terör örgütüne karşı mücadelesini kısıtlanmış yetkilerine rağmen özveriyle
sürdürmektedir ve sürdürmeye devam edecektir. Bu mücadele, Türk Silahlı
Kuvvetleri ve diğer güvenlik kuvvetleri yanında, bütün halkımızın,
yöneticilerimizin ve sivil toplum kuruluşlarının da iştirakiyle, topyekün bir
tarzda yapıldığında daha etkileyici sonuçlar elde edilebilecektir. Terör
örgütlerinin en korktuğu şey, toplumun kendilerinden başka tamamının el ele,
gönül gönüle bir karşı cephe oluşturmasıdır.”. Bu konuşmada anahtar sözcük
”cephe”dir ve TSK genel Kürt ulusal hareketini, ama özellikle etkili silahlı
savaşım verdiği için PKK’yi kökten yalıtlamaya dönük son derece hainane bir
konsept geliştiriyor. TSK, kendi sistematik terörünü perdelemek için,
uluslararası alanda tepki çeken ”Terör” kavramını ”cephe” kurma çalışmalarının
odağına yerleştirerek, olabildiğince geniş bir ”anti Kürt” -tabi onlar ”anti
terör” diyorlar ama siz onların ”terör” kavramını ”Kürt” olarak okuyun-,
ittifak oluşturuyorlar.
TSK, şimdi bununla da kalmıyor,
geleneksel ”beşinci kol yaratma” politikalarının yaşam bulması için düşmanca
plan ve projeler geliştiriyor. TSK’nin, çok az sayıda da olsa, Kürt halkı
içinde yarattığı işbirlikçilik ve cahşlaştırma yetmiyor, şimdi de Türk medya,
üniversite ve aydın çevrelerini devreye sokarak, Kürt adıyla Kürt cephesinde
bölünme yaratmak istiyor. TSK, hümanizm, demokrasi, insan hakları, barış,
özgürlük adına belirli aktiviteleri olan Türk aydınlarını, medya mensuplarını,
bilim adamlarını yönlendirerek, Kürt aydın ve politikacılarını etki altına
almaya, ”farklı düşünün”, ”farklı davranın”, ”PKK diktatörlüğüne karşı baş
kaldırın” telkinleriyle Kürt halk cephesini dağıtmaya çalışıyor. TSK, Kürtlere
karşı Türk cephesini homojenleştirmeye çabalarken, görece pozitiv homojen Kürt
cephesini negativ heterojenleştirmeye sürüklüyor. TSK’nin provakasyonu,
manipülasyonu ve de yönlendirmesiyle ”durumdan vazife çıkaran” Türk medya,
bilim ve yazın dünyasının, terör mağduru, anti demokratizm kurbanı,
sömürgeleştirilen ülkenin halkı, dili, kültürü, folklor ve sanatı asimile
edilen, aslında kimliksizleştirilmek istenen Kürtlere tavsiyesi ne acı ki;
”başınıza musallat olan PKK terörünü kınayın”, ”milliyetçilik yapmayın”, Kürt
ve Kürdistan adına meşru savunma savaşımı veren üzüm yaprağı gibi tertemiz, su
gibi berrak ”gerillaları ve eylemlerini terörist olarak mahküm edin”, ”PKK
terör örgütü ile aranıza mesafe koyun” oluyor. TSK bu saldırgan, sindirmeci
baskısını had safhaya çıkardı. TSK sağ ve faşít kesimleri eylemsel olarak
harekete geçirirken, merkez liberal ve sol ve demokrat kişi ve çevreleri de
”huzur ve barış ortamı” demogojisiyle etkiliyor ve güya ”Kürt milliyetçi
terörü”ne karşı tavır almaya zorluyor. TSK iç kamuoyunu zapturapt altına
aldıktan sonra, Kürdistan’daki seferini yaygınlaştırıp Güney Kürdistan’ın en
azından stratejik kuzey şeritini içine alan geniş bir işgal operasyonu
planlıyor. TSK, ısrarla ”PKK terörü ile Kürt kökenli Türk vatandaşlarımızı[!] ayırıyoruz”
söylemiyle Kürt iç çatışmasını yaratmak istiyor. Güya TC devletinin güvenliği
adına hesapsız, sınırsız ve de denetimsiz harcamalarla silah satın alan,
pervasızca operasyonlar planlayıp uygulayan TSK, aslında kendi halkına karşı
tam bir ”güvenlik krizi” yaratarak, yine halkını ”güvensiz ortam”a atıyor. Ne
ki, herşeye karşın TSK’nin Kürt’ü yoketme savaşı, bu yeni devrede de
başarısızlığa uğramaya mahkümdür. TSK haksız bir savaş içinde batağa
saplanıyor. Genel Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi ve Kürt silahlı kuvvetleri
ise haklı, meşru bir savunma savaşı veriyor ve bu haklı savaşımla Kürt’ün
”makus talihini” tersine çevirerek, TC işgaline son vermek istiyor. Bu bakımdan
özgürlük, eşitlik ve demokrasi savaşı veren Kürt halkı ve Kürdistan Silahlı Kuvvetleri’nin
başarası kaçınılmazdır.
Kürtler ne yapıyor
TSK’nin anti Kürt savaş stratejisi en
acımasız haliyle sürerken Kürt halk cephesi ne durumdadır. Kuzey Kürdistan
ulusal kurtuluş savaşımı, örgütsel ve politik olarak özellikle 1984 silahlı
direnişinden itibaren ağırlıkla PKK insiyatifinde gelişti. PKK’nin örgütleyip,
planlayıp ve uyguladığı silahlı gerilla savunma savaşımı TC’nin sömürgeci
sisteminin çeperlerinde onarılmaz gedikler açtı. TC’nin beklemediği an ve
kapsamda, şiddetli ve zamanla büyüyerek kitleselleşen silahlı Kürt halk
direnişi, aslında TC’nin uzun vadeli Kürt’ü eriterek yoketme planlarını altüst
etti. Telaşla ön almaya çalışan TC, askeri gücünü son kerteye dek devreye soktu
ve Kürdistanı yakıp yıkarak demografik yapıyı bozmaya, bir tür ”tehcir”e
kalkıştı. Ciddi fiziksel tahribatın yanısıra, azımsanmayacak zora dayalı
göçlerle Kürdistan’ın stratejik bölgelerini insansızlaştırmaya, bu yolla
gerillanın lojistik destek alan ve güçlerini daraltmaya, zamanla da yoketmeye
yöneldi. Ama öte yandan TSK’nin bu saldırgan ve imhacı politikaları, yükselen
Kürtlük bilincini, Kürdistan’ı sahiplenme duygusunu arttırdı. Bu şuurla donanan
Kürt gençleri gerilla saflarını güçlendirdiler. Halk özgüven kazandı ve artık
TSK’nin yaratmak istediği o korku çemberi aşıldı. Bu safhadan itibaren, savaş
veren sadece dağdaki gerilla değildi. Kent içleri ve varoşlar da devreye girdi,
canlanma başladı ve bu kez kadın ve çocuklar militanlaştı. Bu süreçte
hernekadar sürükleyici güç PKK olsa da, diğer Kürt politik güçleri de genel
ulusal kurtuluşçu ekseni korumaya özen gösterdiler. Ne var ki, bu ”spontan”
ulusal dayanışma 90lı yılların sonuna kadar devam edebildi. Özellikle PKK
liderinin mahkeme sürecinde geliştirdiği yeni tavır ve politikalar, silahlı
savaşımın durdurulması, gerilla güçlerinin geri çekilmesi ve çok naivce TC ile
geliştirilmek istenen diyalog, PKK dışı politik çevrelerce rağbet görmedi,
aksine sert bir üslupla muhalefet edildi, hatta PKK ile ipler koparıldı. Bu
çevrelerce, PKK Kürdistan ülküsünden uzaklaşmakla suçlandı ve ne yazık ki bu
karşıtlık çok daha kötü bir tonda hala sürüyor. Kürt politik dünyasına sertlik
egemen oldu, Kürt dayanışması yokedildi ve birbirlerine soluk aldırmayacak
derecede karşıt olan güç ve çevreler, kişiler, kendi pozisyonlarını koruyarak anti
PKK cephesinde birleşemeselerde, dirsek temasına girdiler. PKK muhalifi Kürt
güçleri, demokratik muhalefet haklarını, kötü zamanlama, kötü yöntem ve
araçlarla öylesine sert bir eksende yürüttülerki, bu tavır almadan genel Kürt
ulusal kurtuluş hareketi, Kürt halkı yarar görmedi. Aslında bu sertlik ve de
Kürt ulusal dayanışmasını yok eden politikalardan en başta o örgüt ve çevreler
zarar gördü. Tümüyle anti PKKcilik üzerine bina edilen politikalar, PKK
muhalifi güçleri de büyütmedi, aksine daralttı. Oysa PKK görece sağa kayan
”yeni politikaları” ile de Kürt davasını sürdürüyordu ve bu eleştiri
sınırlarını aşan ”itham” haksızlıktı. PKK’nin politika değişimi, geliştirdiği
yeni söylem tutarlı bir biçimde eleştirilebilir, alternativ politikalar
önerilebilirdi ve bu onların hakkıydı. Bu yapılmadı, klasik ”hain edebiyatı”
jargonuyla ”yargısız infaz” yapıldı. Bu iç gerginlik ve PKKyi ulusal saflarda
görmeme tutumu Kürt halk saflarında etkili olmadı ama yine de göreceli de olsa
olumsuzluklar yarattı. Tabi doğal olarak TC ve TSK bu Kürt iç gerilimini
derinleştirmeye, Kürtleri çatıştırmaya uğraştı, ancak başarılı olamadı. Bunda
Kürt halkının sağduyusunun yanısıra PKK’nin de saflarını yara bere alsa da
sıkılaştırmasının belirleyici payı vardır. Elbette bu zaman diliminde gelişen
Türkiye-AB ilişkileri ve AB’nin Türkiye’yi preslemesi de pozitiv rol oynadı. Ne
ki, bugün de devam eden gerilimli Kürt politik dünyası ve politik örgütler
arasındaki derin ayrılık, iç çatışma potansiyeli taşıyor ve bu riskli süreç,
özellikle TC ve TSK’nin ciddi anlamda provakasyonel tehdidi altındadır. Kürt
politik dünyası, politik enstrümanlar, etkin politik figürler, yaşamsal
derecede önemli olan ”Kürt ulusal dayanışması”nı bu zararlı dış etkilerden
korumak durumunda değil, zorundadırlar. Kürt politik dünyası bir bütün olarak
Kürdistan ve Kürt halkının yarar ve çıkarlarını gözetmek zorundadır ve bu
onların sadece Kürt olarak varlık nedeni değil, aynı zamanda politik olarakta
varlık nedenidir. Kürt ulusal dayanışması, Kürt halk yararı politik ve örgütsel
olarak ”tekleşmeyi”, ”monolitikleşmeyi” gerektirmiyor. Aksine politik ve
örgütsel olarak demokratik çoğulculuk Kürt halkının yararınadır, Kürdistan’ın
demokratik kuruluşunun güvencesidir. Ne ki, iç politikadaki demokratik
çoğulculuk korunmaya çalışılırken, dış politikada da ulusal demokratik
dayanışmanın yaratılması gerekir. Içte sıkı bir demokratik rekabet, tartışma
olmalı, ama dış politikada, dış dünyaya karşı da yine demokratik tartışma ve
konsensusla yaratılan sağlam bir ulusal demokratik birlik ve dayanışma
sergilenmelidir. TC bunu yapıyor, dünya bunu yapıyor ama ne acı ki Kürt politik
dünyası bunu başaramıyor, aslında başarmak istemiyor. Kürt politik dünyası bir
bütün olarak bu olumsuzlukta pay sahibidir. Esasen Kürt politik dünyasında, demokratizm,
hoşgörü, ulusal dayanışma, özgür ve demokratikçe tartışma ve ortak eğilimler
yaratma, demokratik rekabet normları yoktur. Kürt politik dünyasına anti
demokratizm ve hegamonyacılık egemendir. Bu negativ özellikler bin kişilik
örgütte de var, beş kişilik örgütte de. Kitleleri seferber edebilme yeteneği
gösteren örgütlerde, sadece internet gibi sanal dünyada politik ve örgütsel
uğraş içinde olanlarda bu hastalıktan muzdariptirler. Kürt politik ve örgütsel
dünyasında ne yazık ki, insan amaç değil araçtır. Araç olması gereken örgüt
amaçtır. Kürt politik dünyasında tabuculuk, tapınmacılık gibi dogmatizm de
handikapların ana kaynağıdır. Dolayısiyle bu hastalıklardan, zararlı küflerden,
şiddetli sancılardan arınma ve kurtulma zaman alacaktır. Kürt toplum yapısı,
sömürgeci statü, eğitimsizlik gibi iç ve dış olumsuz etkenlerin belirlediği ve
beslediği bu sakatlıklardan kurtulmak için çok ciddi çabaların olması gerekir.
Bu olumlu çabanın önünde ve içinde olması gereken politik öncüler ve
aydınlanmacı kişi ve çevreler, eğer kendileri bir iç çatışma ve gerilim içinde
iseler, kuşkusuz süreç olumlu yönde seyretmez. Kürt politik ve örgütsel dünyası
sürekli iç çatışma yaşadı ve aslında bundan zarar gördü, düşman ise azami
derecede yararlandı. Ayrıca Kürt örgütleri kendi iç ideolojik, politik ve
örgütsel sorunlarını da son derece primitiv tarzda, anti demokratik yöntemlerle
güya ”aşmaya” çalıştılar. Örgütler monolitikleşmeyi, kışla hiyerarşisi ve
disiplinini esas aldılar, iç demokrasiye yol ve fırsat vermediler. Egemen merkez
kliği ile farklılaşan her üye veya sempatizan acımasızca linç ve infaz edildi.
Bu linç ve infaz bazen akıl almaz iftira ve karalamayla yapıldı, bazen de
silahla gerçekleştirildi. Bu çirkinliği yaşamayan Kürt örgütü yok gibidir.
Zaten mevcuttan ayrı ve demokratik bir yapıyla varolmayı hedefleyen örgütler de
Kürdistan politik sahasında nefes alamadılar. Bugün ”muhaliflerini
öldürüyorlar” diyerek birbirine karşı muhalefeti sertleştiren Kürt
örgütlerinden hiçbirinin bu manada sicili temiz değildir. Gerek tekil olarak
örgütlerin ”iç muhaliflerini” fiziki şiddetle ”bertaraf” etmeleri, gerekse
ahlak dışı karalamalarla ”politik itibar infazı” yapmalarının hiçbir gerekçesi
yoktur ve böylesi yaklaşımlar en hafif deyimle insanlık dışıdır. Ne var ki,
düşman soluk aldırmaz abluka ve saldırılarını çok yönlü arttırırken, Kürt
politik örgütlerinin bu ne yazık ki tarihsel ”düşmanlık” handikapını aşmaları
gerekir. Kürt ve Kürdistan davası ağır bir sorumluluk gerektiriyor. Kürt
politik güçlerinin bu ”kapışmacı” rekabeti terketmeleri, iç dinamizmi
geliştirici demokratik rekabet normlarına uygun davranmaları, dış düşmana karşı
da ”ulusal yarar” ekseninde sıkı bir dayanışma içine girmelidirler. O nedenle
çare yine bu artılı eksili politik örgüt ve çevrelerin, aydınların ulusal
dayanışma sorumluluğu ile davranıp süreci ilerletici bir işlev görmeleriyle
olanaklıdır ve bu görevden kaçınılmamalıdır. TC ve TSK’nin Kürt dayanışmasını
yokedici politikaları, buna yönelik provakativ çabaları yine ancak bu Kürt
ulusal dayanışma esprisiyle önlenebilir ve bu yapılmak zorundadır. Kürt politik
güçleri birbirlerini demokratik rekabet koşulları içinde olduğu gibi kabullenip
ulusal dayanışma kriter ve gereksinimlerine göre pozisyon almalıdırlar. TC ve
TSK’nin Kürt ulusal dayanışmasını sabote etme girişimlerini boşa çıkarmak için
açıkça, ”PKK terörist değil, genel Kürt ulusal hareketinin bir parçasıdır”
denmelidir. Gerilla gücü Kürt ulusal kurtuluş hareketinin özgürlük
savaşımcıları ve Kürt silahlı kuvvetleri olarak ifade edilmelidir. Kürt ulusal
demokratik güçleri olarak tüm parti ve örgütler, aydınlar, TC ve TSK’nin
topyekün geliştirdiği anti Kürt politikalara karşı etkin bir ulusal dayanışma
yaratarak bunu deklare etmelidirler ve Kürt politik dünyasındaki demokratik
çoğulculuğun, TC ve TSK’nin imhacı politikalarına karşı, Kürt ulusal
dayanışmasının garantisi olduğu belirtilmelidir. TSK’nin açıkça örgütlemeye
çalıştığı azami genişlikteki ve spesifik olarak ”anti PKK”, ama genel anlamda
anti Kürt cephesine karşı, tüm Kürt ulusal güçleri de öncelikle bir Kürt ulusal
dayanışma deklerasyonu ile karşı pozisyon almalıdırlar. Böylesi bir ilk çıkış,
süreç içinde geniş ve kalıcı Kürt ulusal dayanışmasına dönüştürülebilir. Bu
tavır, TC’nin, TSK’nin ve diğer bilumum uğursuz anti Kürt güç ve odaklara
verilebilecek en etkili yanıttır. Kürt politik güçleri, aydınları, içte
demokratik çoğulculuk esprisine uygun olarak ayrı durmalı, ama dışta TC ve
TSK’ye karşı ortak güçle vurmalıdırlar. TSK’nin bugünlerde gayet bilinçli ve
planlı olarak geliştirdiği Kürdistan ulusal kurtuluş savaşımını kuşatma
harekatı, sağlam bir ulusal dayanışma hareketiyle yarılmalı ve giderek
dağıtılmalıdır. Unutmamak gerekir ki ulusal dayanışma düşmanı çökertir, ama
ulusal çatışma düşmanı güçlendirir. Anti Kürt güç ve çevrelerin koro halinde tavır
aldığı ABD’nin Bağdat ikinci derece elçisi, 14 Haziran da, Kürdistan’ın
başkenti Hewlêr’de ve Kürdistan Parlementosu içinde, KDP lideri Mesut
Barzani’nin, Kürdistan başkanlık yemini töreninde yaptığı konuşmadaki şu
dostluk içeren tümce tüm Kürtleri derince düşündürmelidir. Amerikan elçisi hem
o güne dek birbirlerinin başını yiyen Mesud Barzani ve Celal Talabani, hem de
Kürtleri Saddam’ın yenilgisine rağmen hala da kabullenmekte zorlanan yeni
Irak’ın Arap yöneticilerinin huzurunda, tümünün gözlerinin içine bakarak ve
tabi medya kanalıyla da Kürt düşmanı komşu devletlere de ulaşabilecek şu mesajı
verdi: ”dağınık olduğunuzda düşmanlarınız bayram ediyor, onlara bu fırsatı
vermeyin” diyordu Kürtlere. TSK’nin Kürdistan’da yoketmeye yönelik
operasyonlarının ağır bir biçimde sürdürüldüğü bir zamanda, ”Türkiye PKK’yi
gerçekten bitirmek istiyor mu istemiyor mu diye sormak lazım.” diyecek kadar
kendini yok eden Kürt, Amerikan elçisinin sözünü kulağına küpe etmeli ve
becerebilirse eğer düşünmelidir. TC ve TSK’nin öldürdüğü her Kürt, her Kürt
gerilla Kürt’ü yok ediyor! TC’yi masaya oturtmanın, TSK’yi bertaraf etmenin,
Kürt’e özgürlük getirecek gerçek barışın yolu Kürt iç dayanışmasından geçiyor.
Kaldı ki, ısrarla sözü edilen şu altı yıllık ”çatışmasız dönem”i de yine PKK
tek yanlı olarak TC ve TSK’ye sundu ve karşılığında da yakım ve yıkım aldı!
PKK’nin altı yılda ”tepside” sunduğu güya ”huzur ortamı”na TC ve TSK elini bile
uzatmadı, aksine devlet terörüne hız verdi. PKK’nin genel ve spesifik hataları,
politik zaaf ve zigzagları, onu düşman görmeye, izole etmeye gerekçe olamaz.
Kaldı ki, böylesi bir tavrın kıymeti harbiyesi de olmaz. TC ve TSK, silahlı
Kürt direnişini örgütleyen, yöneten, Kürdistan ve Kürt halk davası uğruna
binlerce şehit veren ve hala bu savaşımı sürdüren PKK ve gerilla gücüne,
terörist dediği, onu düşman gördüğü ve yoketmek için vurduğu sürece, PKK ile
dayanışmak, destek olmak Kürt ulusal dayanışmasının gereğidir. TC ve TSK’nin bu
imhacı politikaları devam ettiği sürece, PKK’nin -bu başka bir Kürt örgütü de
olabilir- politik ve örgütsel hatalarına karşı uyarıcı, yapıcı eleştiri
mekanizmasının kullanılması gerekir, ama düşmanın ”acaba” diyebilecği söylem ve
tutumlardan, ulusal yarar adına imtina edilmelidir.
PKK de, varolan politik sürecin
avantajlarının ilelebet baki olmadığını bilerek, ulusal dayanışmanın kendi
dışındakilerce sadece ona gösterilmesi olarak son derece yanlış bir algılamadan
kurtulmalı, kendisi de ulusal dayanışmacı olmalı ve pratik gereklerini yerine
getirmelidir. Objektiv olarak bugün Kuzey Kürdistan’da, en azından stratejik
bölgelerde, iktidar gücü PKK’dir. Ne ki, en başta PKK bilmelidirki ”iktidar”
sürekli değildir. Verili koşullarda ulusal kurtuluş savaşımının öncü gücü olmak
ve gerilla savaşını kumanda etmek ”imtiyazlı” olma hakkını vermez. Yokedilmek
istenen bir ulusun kurtuluşunu kendine amaç edinen örgütler, iktidar ve
muhalefet dengesini demokratik norm ve kriterler içinde korumalı ve ona göre
davranmalıdırlar. PKK, içte bir iktidar gücü olarak, yerel yönetim
politikaları, pratikleri ve diğer uygulamaları bakımından, demokratik denetim
mekanizması anlamında, muhalefet tarafından elbette eleştirilmeli, alternativ
projeler halka sunulmalıdır. Ama dış düşmana karşı ulusal kurtuluş savaşımını
zaafa uğratacak pozisyonlara da düşülmemelidir. PKK ve silahlı kuvvetleri, en
önde Türk sömürgeci rejimine, TC ve TSK’nin fiili işgaline karşı savaş veriyor.
O nedenle, PKK iç politika arenasında demokratik muhalefet görevi ve
sorumluluğu içinde eleştirilmeli, TC’ye karşı savaşım ve dış politika
kapsamında ise dayanışılmalıdır. Iktidar ve muhalefet diyalogu yokolduğu zaman,
onun yerini monolog alır ve bu diyalogsuzluk tüm taraflara negativ olarak
yansır. PKK’yi dışlama ve diyalogtan kaçınma, karşılıklı yanlışların
kronikleşmesine, karşıtlığın derinleşmesine neden oluyor ki bu negativ ortam
Kürdistan ulusal kurtuluş savaşımına ciddi boyutlarda zarar veriyor. Kuşkusuz
özveri ve ulusal dayanışmacılık tek taraflı olmaz. PKK de bu ulusal dayanışmayı
beklerken, kendisi de aynısını yapmalıdır. PKK, ben büyüğüm, silahlı gücüm var,
en çok savaşımı ben veriyor, ben ağır bedel ödüyorum diyerek sadece kendisinin
mutlak olarak desteklenmesini, asla eleştirilmemesini beklememelidir. Mağdur
bir halkın, mağdurlaştırılmış örgütü olarak PKK’nin verdiği savaşımın bir amacı
da demokrasidir ve o nedenle de demokratik norm ve kriterlere en fazla uyum ve
uygunluk göstermesi gereken politik organizasyonun o olması gerekir.
Kürt halkı kazanacaktır, yeter ki ulusal
dayanışmasını diri ve sağlam tutsun.
ROJAN HAZIM
05 Ağustos 2005