Her yılın 1 Eylül günü dünya genelinde barış
üzerine yazılı sözlü açıklamadan, konferans, miting vb. aktiviteye kadar birçok
etkinlik içinde olunur. Mutlu mutsuz tüm insanlar „barış“a ilişkin umut ve
dileklerini dile getirirler. Türkiye’de ise 1 Eylül dünya barış gününe,
„barışın katli“ ile girildi. Batman ve Beşiri ve daha birçok Kürdistan kent ve
kırsalında yapılan askeri operasyonlarla birçok Kürt gerilla ve sivil
öldürüldü. Ve bu saldırılar PKK [Kongreya Gel]’nin „bir aylık eylemsizlik“
süresinde oluyor. Öncelikle „30 Ağustos Zafer Bayramı“ TSK tarafından tam bir
„Türk şovenizmi gösterisi“ne dönüştürüldü. TSK Genel Kurmayı daha önceleri dile
getirdiği „anti terör ulusal halk cephesi“ çağrılarını yineledi ve „Türk
ordusunun kışlası halkın yüreğidir“ sloganıyla Türk ulusunu birlik olmaya,
diğer kurumları da ellerini taşın altına sokmaya çağırdı! 83 yıl önceki
„zafere“ dikkat çeken Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök, „toplumsal güveni
arttıracak ve istikararı kalıcı hale getirecek çözümün“, Anayasa’nın „değiştirilemeyecek
hükümleri“ olarak sayılan maddelerine sıkı sıkıya bağlılıktan geçtiğini
belirtti. Yine „30 Ağustos Zafer Bayramı“ resepsiyonunda biraraya gelen TC
devlet yüksek katı, Kürtlerin hak arama savaşımlarına olan nefretlerini yüksek
volumla dile getirdiler. Böylesi anlarda en radikal konuşmaları TSK-KK Komutanı
Yaşar Büyükanıt yapıyor. Anıt’ın, Batman ve Beşiri olaylarıyla ilgili olarak
Türk basın mensuplarının yönelttiği bir soruya verdiği yanıt, hem niyetlerini,
hem de korkularını yansıtması bakımımdan ilginçti: „"Türkiye
Filistinleştirilmek isteniyor. Benim bugün söyleceğim bu. Biliyorsunuz ben
söyleyeceğimi doğrudan ve kısa biçimde söylerim.". Büyükanıt, "Kim veya kimler
istiyor?" sorusuna, "Ben şu veya bu demiyorum" diyerek şu yanıtı
verdi: "Cenaze törenlerini izlediniz. Otobüs veya ona benzer bir şeyin
üzerinde cenaze geliyor. Bunu kim organize ediyor: Yasal bir siyasi
parti."
Büyükanıt, "DEHAP'ı mı
kastediyorsunuz" sorusuna ise "Ben isim söylemiyorum ne diyorum bir
yasal parti. Bu kadar." [31 Ağustos 2005 / Çarşamba / Muhtelif Türk
basını]
Büyükanıt gazetecilerle yaptığı bu sohbette
Kürtleri tehdit etmektende geri durmadı: “Terör olayları”nı değerlendirirken
dış desteğe de dikkat çeken Orgeneral Büyükanıt, özellikle Danimarka örneğini
verdi: "Danimarka NATO üyesi müttefikimiz değil mi? Ama PKK televizyonu bu
ülkeden yayın yapıyor. Bu normal bir televizyon yayını değil, operatif görev
yapıyorlar. Bir birliğimiz kafasını çıkarsa hemen bu TV yayını kesiyor ve
birliğimiz hakkında, operasyonun yönü hakkında yayın yapıyor. Ben Danimarka'yı
da ikaz ettim, ediyorum. Hakları yok. Hazmedemiyorum. Bütün dünyanın terörle
mücadele kararı aldığı, mücadele ettiği dönemde müttefiklerimiz bunu nasıl
yapıyorlar?". Org. Büyükanıt, Güneydoğu'da uzun yıllar görev yaptığını,
yöre halkına minneti olduğunu belirttikten sonra da şu değerlendirmeyi yaptı:
"Hepsi bizim vatandaşımız. Kimseye kötü
niyetle bakmamız mümkün değil. Ama bugün çok daha büyük bir olayla karşı
karşıyayız. Eğer birileri ajite ediyor ve kalkışmaya çevriyorsa ve buna başka
yerlerden (batıdan) reaksiyon geliyorsa, işte bu Türkiye için en büyük felaket
olur. Birileri bir tarafı ajite ederken diğer taraftan gelecek tepkiyi görüyor
mu?" [31 Ağustos günkü Türk basınından]
1 Eylül dünya barış günü arefesinde TSK
kurmaylarının, ve MGK’nin açıklamaları, yayınladıkları mesaj ve bildirilerin
muhtevası çok netti, o da barış karşıtlığıydı!
Barış
algılamaları
Herkesin, her kesimin ”barış” algılaması kendine
göre oluyor. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti devlet yöneticilerine göre de bir
”barış” beklentisi ve izahı vardır. Onların ki, ”Ne mutlu Türküm diyene” ile
özetlenebilir. Eğer tüm ”Türkiye”de, herkes kendini ”halis muhlis Türk”
hissederse, dış güçlerin piyonu olmayıp Türkiyenin düzenini dirliğini bozmaya
kalkışmazsa, ”mesele” yoktur, herkes ”barış ve huzur” içinde ama tabii ”Türk”
olarak yaşar gider!
TC’nin ”misak-ı milli” sınırları içinde
zapturapt altına alınmak istenen Kürtlerin de hiç kuşkusuz kendine göre bir
”barış” anlamlandırması var. Ancak Kürtlerin ”barış” algılaması ile evrensel
barış anlamlandırması çakışıyor. Barışın evrensel algılanmasında, her insan,
her toplum, her toplum kesimi, her halk, her ulus, kendi öz kimliğiyle, özgür
ve mutlu yaşıyorsa ancak barıştan sözedilebilir. Ayrıca barış, bir de kategoriksel
özellik taşır; adil barış, makul barış ve konjonkturel barış gibi. Bu tasnife
göre de, herkesin bir ”adil”, ”makul” ve ”konjonkturel” barışı olabilir. Ne var
ki, önemli ve kayda değer olan yine ”evrensel özellik”tir. Bunu Kürt özelinde
somutlaştırmak gerekirse, evrensel ölçüleriyle ve Kürtler bakımından ”adil
barış” çok somut olarak şu anlama geliyor: Işgal, ilhak ve sömürge
boyunduruğundan kurtulmuş, özgür ve demokratik norm ve standartların egemen
olduğu bir bağımsız Kürdistan devletinin kurulması, Türkiye ile iyi komşuluk
ilişkileri içinde yanyana yaşamanın sağlanmasıdır. Işte bu çerçevesi belli olan
”adil barış” kurulmadan, iki ulus arasındaki ”konflikt” tam anlamıyla
giderilmiş olmaz.
”Makul barış” da, iç ve dış genel koşulların,
güç ve olanakların seferber edilerek, tarafları birbirine azamiye yakın
derecede yakınlaştırıcı bir ortak paydanın sağlanmasıyla olur. Bu kategoride,
genel halk tabiriyle, görecelide olsa ”alan da razı, veren de razı”dır.
”Konjonkturel barış” ise, iç ve dış koşullar,
zamanlama, güç ve olanaklar gibi çok yanlı ve girift faktörlerin belirlediği ve
bir ”geçici uzlaşma” ile sağlanan barıştır. Bu statüde, taraflar kuşkusuz mutlu
değildirler, çünkü tümüyle iç ve dış konjonktürün ortaya çıkardığı bir
”dönemsel barış”tır.
Şimdi Türkiye ve Kürdistan tarafları, bu
sınıflandırmanın neresinde ve hangisine uzak veya yakındır? Yanıt çok net ve
kısa; hiçbir yerinde! Bir kez, Türkiye ve Kürdistan güçleri arasında ”barış”
yok ki, bir kategorisi olsun! Yıllardır biriktirilerek, katlandırılarak, dağ
haline getirilen ”sorunlar”, bugün tam bir ”kördüğüm”e dönüştürülmüş durumda.
Ve pek tabiidir ki bu sonucu yaratan TC devletidir. ”Sorun”un karekter ve
niteliğinde bir değişiklik yoktur. Herzamanki gibi, Kürdistan sömürgedir, TC
sömürgecidir ve TC’nin politikaları temel ve nitel olarak aynı baskıcı ton ve
dozda devam ediyor. Ikibinli yılların başından bu yana görülen kimi nicel
değişimler kuşkusuz en başta iç dinamiklerin, yani Kürt dinamiğinin savaşımı ve
dış dinamiklerin yani öncelikle AB’nin pres ve yönlendirmesi ile gerçekleşti ki
onlarda TC devlet birim ve yönetimlerince bir türlü ”içselleştirilmiyor” ve
yığınla engellemelerle ya uygulanmıyor ya da rayında saptırılıyor.
Sunulan
”barış”
Kürdistan sorununa TC’nin yaklaşım geleneği, bu
aralar üst düzey kurum, organ ve yöneticiler tarafından çok yüksek sesle tekrar
ediliyor. Nedir bu; ”Kürt sorunu” yoktur, ”Terör sorunu” vardır. Yine ”alt
kimlik” ”üst kimlik”, ”devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” gibi tanım ve
kavramlar ardarda sıralanıyor. ”Kürt sorunu” ile ilgili genel ve özel
politikaları Türk Silahlı Kuvvetleri [TSK] oluşturuyor ve bunu ya direkt ya da
Milli Güvenlik Kurulu [MGK] aracılığıyla kamuoyuna deklare ediyor ve bunu
hükümetlerin, idari birimlerin uygulama nizamnamesi olarak önlerine koyuyor.
Bunun dışına kimsenin çıkamayacağı da tecrübeyle sabittir. Şimdi bu TSK damgalı
”Kürt politikası” nizamnamesi 23 Ağustos MGK toplantısı sonrasında da gayet net
olarak ”ilgili çevrelere” sunuldu. Ardından Genel Kurmay başkanının bir askeri
törende yaptığı konuşmayla daha bir detaylandırıldı. En başta Kürtlere
gönderilen mesaj açıktı; mevcut ”Türk Anayasası”. Anayasa hatırlatması ile
söylenen belliydi. ”Herkes Türk Anayasasına uygun davranacak”!
Ne diyor
anayasa;
BAŞLANGIÇ (Değişik: 23.7.1995-4121/1 md.)
Türk Vatanı ve Milletinin ebedî varlığını ve
Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye
Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği
milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;
Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip
şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedî varlığı, refahı, maddî
ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;
Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin
kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya
yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi
demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;
Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında
üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin
kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği
olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;
(Değişik: 3.10.2001-4709/1 md.) Hiçbir
faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle
bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk
milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma
göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet
işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;
Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak
ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî
kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve
manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu;
Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda,
millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve
külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin
hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik
duygularıyla ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde, huzurlu bir
hayat talebine hakları bulunduğu;
FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve
ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere,
TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk
evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.
I.
Devletin şekli
MADDE 1. – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
II.
Cumhuriyetin nitelikleri
MADDE 2. – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru,
millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk
milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
III. Devletin
bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti
MADDE 3. – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay
yıldızlı al bayraktır.
Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.
Başkenti Ankara’dır.
IV.
Değiştirilemeyecek hükümler
MADDE 4. – Anayasanın 1 inci maddesindeki
Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki
Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve
değiştirilmesi teklif edilemez.
”Türk Anayasası”nın ”dibacesi” ve ilk dört
maddesi, yukarıda görüldüğü gibi, bırakın değiştirilmesi, esnetilmesi dahi
mümkün olmayan mutlak çerçevedir. Bu Türk giysi şablonu Türk’e göre dizayn
edilmiş, ona göre hazırlanmış, elbise bu şablona göre biçilmiş, dikilmiş ve
Türk’e giydirilmiştir. Türk olmayanlar ise, istesin veya istemesinler, bu
elbiseye sığmak, dahası kendilerini sığdırmak zorundadırlar, bu belgeye göre!
Bu elbiseye sığmam ve ayrıca sığmakta istemiyorum diyen yalnızca Kürtler.
Bu anayasa hatırlatması özellikle başbakan R.
Tayip Erdoğan’ın Diyarbakır’da ”Kürt sorunu” tanımlamasından sonra yapıldı.
Gerek MGK’de ve gerekse TSK kurmaylarının bir vesile ile yaptıkları konuşma ve
açıklamaların amacı, ”geleneksel devlet çizgisi”nden sapan başbakanı
caydırmaktı, ama esas gönderme Kürtlereydi. Kürtlere, ”bizim size biçtiğimiz
gömlek budur ve giyip giymeme şansınız yoktur, sadece giyeceksiniz” dendi. Bu
Anayasa ”giriş” yazısı ve ilk dört madde ”Türk devlet mevzuatı”nda durduğu
sürece, nasıl bir ”barış” düşünülüyor doğrusu merak konusudur! ”Türk milleti”,
”Türklüğün ruhu”, ”egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu”,
“Millî marşı İstiklal Marşı’dır” gibi kesin ve şoven “belirlemeler” ile yapılan
belgeli, “anayasalı” Kürt ve Kürdistan red ve inkarcılığı, hangi “barış”a imkan
verecek?
“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez
bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay
yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.” diyor “Türk anayasası”.
Ne deniyor
“Türk istiklal marşı”nda;
“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin
yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim
milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım,
çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül!
Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!”
Türk devleti, bu Kürt ulusunu yok sayan, ırkçı
sembol ve marşlarla nasıl bir ”barış” tahayyül ediyor?
Keza anayasa da şöyle tarif edilen TBMM; ”MADDE
7. – Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu
yetki devredilemez.”, nasıl bir ”iç barış ve huzur” sağlayacak? TBMM’ye seçilen
milletvekilleri şu yeminle ne türden bir “refah ve mutluluk”
gerçekleştirecekler, ”temel hak ve özgürlükleri” nasıl temin edecekler?
”Milletvekilleri görevlerine başlarken aşağıdaki
şekilde andiçerler:
"Devletin varlığını ve bağımsızlığını,
yurdun ve halkın bölünmez bütünlüğünü, halkın kayıtsız şartsız egemenliğini
koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ve
Atatürk ilkelerine bağlı kalacağıma; halkımın refah ve mutluluğu için
çalışacağıma; her yurttaşın insan haklarından ve temel hak ve özgürlüklerden
yararlanması ülküsünden ve Anayasaya bağlılıktan ayrılmayacağıma; namusum ve
şerefim üzerine and içerim."
Bu belgeler, devletin uygulamaları, başta TSK
olmak üzere, hükümet ve diğer devlet organları ve zevatının açıklamaları,
Türkiye’nin ”resmi sınırları” içinde yer alan halklara hiçte ”adil” hatta
”makul” barış vaat etmiyor. Bu sisteme, devlete ve toptan baskıcı rejime tek
örgütlü ve etkin muhalefet eden Kürtlerdir. Kürtlere de sunulan en ileri
teklif; ”Lazlar, Çerkezler, Gürcüler, Arnavutlar, Boşnaklar, Araplar gibi
davranın, kendinize Kürt diyebilirsiniz, kolektiv haklardan asla sözetmeyin,
bireysel haklarla yetinin”dir. ”Çünkü” diyor TC devleti yöneticileri; ”bütün bu
”alt kimlik”lere karşın, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türktür”!
”Alt kimlik” ”üst kimlik” sınıflandırmasını diğer ”topluluklar” kabullendiğine
göre, Kürtler neden reddediyorlar diye kızanlar sadece ”devletin sahipleri”
değil, ”aydın” zümre de aynı frekanstan yayın yapıyor ve Kürtlerden ”aşırı
taleplerden -[aşırılık nedir, izah etmeden]- vazgeçin” isteniyor. Kürtlerin
dışındaki ”etnik topluluklar” da, ”Türk anayasal gömleği”ni giymiş ve ”etnik
orijinlerini” sadece nostaljik olarak ifade ediyorlar ve yeni Türk tezini, yani
”alt kimlik” olma aşağılamasını kabullenmiş durumdalar. Kaldı ki, bu ”üst
kimlik” ve ”alt kimlik” öneri ve tartışmaları tam anlamıyla ”neo apartheid”çi
bir anlayıştır, katıksız bir ”yeni beyaz” ırkçılığıdır. Bu ”akademik
demogoji”yle yapılan ”alt kimlik” ”üst kimlik” tartışmasıyla, aslında ”Türk
üstünlüğü” dayatılıyor. Bu ”tez” ve ”retoriğin” sahipleri, halkların eşitliğine
inanmayan, ”ne mutlu Türküm diyene”nin kılıflanmış, makyajlanmış versiyonuyla
”pantürkizm” değirmenine su taşıyorlar. Kürtler, ”alt kimlik” saçmalığını tartışmak
değil, ciddiye bile almazlar. Hiçbir halk, ulus bir diğerinden ”üst” veya ”alt”
değildir. Bu kaba demogojiyle ”Türk hakimiyetli yeni modeller” yaratmak isteyen
maskeli Türk akedemisyen ve teorisyenleri ve onların bu ”yeni ırkçı, şoven
tezlerini” medya kanalıyla piyasaya süren basın mensupları boşa kürek
sallıyorlar. Özgüvenli hiçbir etnik topluluk, halk ve ulus, bu ”neo Türkist”
düşüncelere itibar etmez, ”alt kimlik” tanımlaması gibi bir aşağılanmayı
benimsemez ve reddeder! Bu ”alt kimlik” ”üst kimlik” tasnifçileri, son yıllarda
geliştirilen ”Türkiyelilik” kavramının Kürtler bakımından ”ehven-i şer”liği
belirtilmesine rağmen, onu da benimsemiyor ve ”Kürtçülerin işine yarayan ve
ardında bölücülük olan yanıltıcı bir kavram” denilerek kabullenmiyorlar. Kullanmak
isteyen çevrelerde ”Türk hakimiyetli” olmak şartıyla ”olabilir” diyorlar, yani
”Türkiyeliyiz, ama yine de hepimiz Türküz” şeklinde algıladıklarını
belirtiyorlar. Nitekim, başbakan Diyarbakır’da ”Kürt sorunu” tanımlamasını
yaptığı halde, ardından ”tek millet, tek bayrak, tek devlet” sloganınıda
vurguyla haykırmak gereği duymuş ve ”bölücülere” uyarıda bulunmuştu!
Başbakanın ”Kürt sorunu” demesinin TC devleti
katında yarattığı sarsıntı MGK toplantısında TSK’nin balans ayarlaması ile
giderildi ve tüm TC devleti organ ve birimleri geleneksel hizaya çekildi.
Başbakan ve hükümet de, ”esasında sizden farklı düşünmüyoruz, söylemek
istediğimiz yanlış anlaşıldı” diyerek TSK’ye biat ettiler.
Kuşkusuz başbakanın, -[sonradan vitesi geri
almasına karşın]-, bu “Kürt sorunu” sözünü kullanması olumluydu ve zaten tüm
Kürtler bu “kadir bilir”liklerini ifade ettiler ve başbakanı bu sözün ardında
durması için yüreklendirici anlamda desteklediler. PKK [Kongreya Gel] bir aylık
“eylemsizlik” kararıyla doğru bir adım attı. Ne ki, başbakan da, hükümet de
pratikte sadece söyledikleriyle kaldılar ve TSK’nin MGK’de koyduğu sınırlar
içine usulca girdiler. Islamcıların “demokrasi söylemleri”nin handikaplı olduğu
1997’deki Erbakan hükümeti döneminden biliniyordu. Ancak herşeye karşın
kendilerininde elini kolunu bağlayan TSK’nin kuşatmasını en azından
zorlayacakları bekleniyordu ki hem başbakan, hem de hükümet, topyekün demokrasi
güçlerini daha ilk etapta düş kırıklığına uğrattılar. Gerçi başbakan ve hükümet
ile ilgili olarak, hatta başbakan tarafından sarfedilen bu son söz, yani “Kürt
sorunu” tanımı da, koşullar ve hükümetin genel yapısı dikkate alınmadan çok
abartılı bir biçimde değerlendirildi ve ona göre de beklenti çıtası yüksek
tutuldu, ama tabi başbakanın ve hükümetin MGK çıkışında TSK’nin paspası
olacağıda en azından beklenmiyordu. Şimdi artık başbakanın 12 ağustosta
Diyarbakır’da söylediği değil, 23 ağustosta Ankara’da, MGK’nin Çankaya
zirvesinde ve sonrasındaki söylemi ve pratiği önem taşıyor. O da ne yazık ki,
TSK dominantlı geleneksel TC devlet politikasıdır. Ve o da Kürt’e “Kürt
olarak”, “Türkiye’nin misak-ı milli sınırları” içinde de olsa “Kürdistanlı
olarak”, yaşam hakkı tanımamadır.
Kürt’ün
arzusu
Kürtlerin kuşkusuz arzusu Türk halkıyla, Türk
devletiyle, bir “adil barış” içinde yanyana yaşamaktır. O da, bağımsız
Kürdistan Devleti ile mümkündür. Ne ki, adil barış yolu her zaman
“meşakkatli”dir ve Kürtler de bunun bilincindedir. O nedenle Kürtlerin bugün
mevcut şart ve olanaklar içinde aradıkları “makul bir barış”tır. Makul barışın
çerçevesini ise iç ve dış koşullar, tarafların güç ve olanakları belirler. Her
türden barışta olduğu gibi, “makul barış”ta da tarafların birbirlerini olduğu
gibi kabullenmesi ve karşılıklı “taviz” vermesiyle gerçekleşebilir. “Taviz”
sözcüğü çok antipatiktir elbette, ama kolektiv yaşam, birlikte yaşam, yanyana
yaşam tavizsiz gerçekleşmiyor ne yazık ki. Türkler ve Kürtler, verili
koşullarda “makul barış”ı aramak durumundadırlar. Bu amaca yönelik çok samimi
ve aktiv çaba sadece Kürt tarafında görülüyor. Kürtler, Türklerin kendi “Türk
ulusal değerlerini” önemsemelerine, hatta kutsamalarına saygı gösteriyor. Ne
var ki, Türkler, Kürtlerin “ulusal değerlerine” saygı bir yana, varlığını bile
kabul etmiyorlar. Türkler bayraklarına, marşlarına değer veriyorlar ve bu
onların hakkıdır, Kürtlerde onların bu “sevgisine” saygılı davranıyorlar.
Ancak, Türkler, Kürtlerin bayrağına “çaput, bez parçası” diyor, Kürt ulusal
marşını, “ne idüğü belirsiz avaz” olarak değerlendiriyorlar. Kürtlerin tüm
ulusal sembol ve değerlerine “sözde” diyerek aşağılıyorlar. Türkler bununla da
kalmıyor, Kürtlerin kendi “Kürt ulusal sembol ve değerlerine” sahip çıkmalarını
bile yasaklıyorlar. Şimdi bu denli kaskatı ırkçı Türk mentalitesiyle nereye
varılabilir? Bunun cevabını en başta Türklerin araması gerekmez mi?
Kürtler ulusal demokratik hak ve hukukları için
meşru ve haklı bir savaşım veriyor. Türkler bu hak aramayı da “terör”
heyulasıyla boğmaya çalışıyorlar. Oysa ortada bir “terör”den sözedilecekse bu
TC’nin “devlet terörü”dür. Kürtler TC’den, bu “devlet terörü”ne son vermesini
istiyor ve sorunları masa başında karşılıklı müzakere ederek çözmeyi
öneriyorlar. Kürtler Türkleri diyaloga çağırıyorlar. Kürtler “makul barış”a
ancak karşılıklı diyalog ile varılabileceğini belirtiyorlar. Ve Kürtler,
Türklere çok açıkça “diyalog olmadan savaşım durmaz, barış olmaz” diyerek
dürüst ve şeffaf davranıyorlar. Kürtler, TC devletini “aklı selim”e davet
ediyor ve benzer uluslararası sorunların çözüldüğü türden bir eksene
gelmelerini içtenlikle arzu ediyorlar. Ne var ki, TC devleti kulaklarını
tıkamış ve Kürtlere geleneksel politika ve yöntemlerle yanıt veriyor. TC
devletinin seçtiği bu yol çıkmaz sokaktır.
Kürtlerin ve
Türklerin pozisyonu
TC hükümeti başbakanının belirttiği “Kürt
sorunu” ile ilgili tarafların pozisyonu nedir? Bir kez, tüm iyimser
değerlendirmelere karşın, TSK’nin reddettiği, ama başbakanın söylediği gibi
sorun sadece “Kürt sorunu” da değil. Sorun daha kapsamlı bir coğrafya yani
“Kürdistan sorunu”dur. “Kürt sorunu” tanımlaması, bugüne kadar TC’nin resmi
sorumlularınca ilk kez dile getirildiği için Kürtler tarafından çok abartılı da
olsa olumlu değerlendirildi. Ne ki, iş sorunu adıyla da olsa dile getirmekle
bitmiyor. Pratik önemli. Sorunu çözmek için ne yapılacak veya ne yapılmak
isteniyor? Bu önemlidir ve bu bekleniyor. Ancak 23 ağustos MGK toplantısı
sonucunda yapılan açıklama, TSK genel kurmayının çeşitli vesilelerle
yapageldiği konuşma ve kamuoyuna sunduğu bildirilerden gayet açıkça
anlaşılıyorki, TC devletinin geleneksel politika ve tavrında bir değişiklik yoktur.
Hatta yakın vadede bir “yumuşama” belirtisi de görülmüyor. Aksine MGK Genel
sekreterliği Kürtleri uzun vadede tırpanlayıcı, dağıtıcı, demografik yapıyı
altüst edici planlamalar yapıyor. Tam bu ara basına sızdırılan plan da artan
Kürt nüfus ile ilgilidir. Bu planın pratikte nasıl gerçekleştirileceği bir
yana, sadece psikolojik düzeyde bile Kürtleri tedirgin edici bir işlev görüyor.
MGK genel sekreterliğinin tasarladığı “Kürt nüfus planlaması” anlaşılıyorki çok
ilginç sonuçlar doğuracak: Kürdistan kentlerine tam techizatlı jinekoloji
merkezleri kurmaları gerekecek. Kadınlara doğum kontrol hapları, fitilleri
dağıtılacak, spiraller takılacak, erkeklere kondom verilecek, kadın ve
erkeklerin kordonları bağlanacak vb.! Bir bu kalmıştı, TC devleti artık Kürtün yatağına
da müdahale edecek! Elbette çağdaş toplumlarda “nüfus planlaması” denen bir
olay var ve uygulanması doğaldır. Ne ki, TC devletinin sağlıkla ilgili
birimlerinin değil de, “milli güvenlik” ile ilgili en üst kurumunun yani
MGK’nin sadece Kürt nüfus artışı ile ilgili bir “fizibilite raporu” hazırlaması
ve artan Kürt nüfustan kaygı duyulduğu yönünde sonuç çıkarması, hayra alamet
değil. Belli ki, TC devleti, çağdaş toplumlarda olduğu gibi, çağdaş yöntemler
kullanmayacak, güvenlik birimlerini devreye sokarak bu “nüfus artışını”
durdurmaya çalışacak. Zaten bugüne dek yaptığı da buydu ve öyle görülüyorki
aynısını devam ettirecek. Bu da, tehcirdir, sürgündür, katletmedir, daha çok
baskı ve sindirme ile homojen Kürt nüfusu dağıtmadır, asimilasyon çarkını azgınca
işletmedir. Buna göre TC devletinin “Kürt sorunu”nu çözme politika ve pozisyonu
nettir: barış yok savaşa devam!
Mağdur taraf olarak Kürt ulusunun en geniş
yelpazede ve tüm tandanslarıyla politik öncülerinin, ne yazık ki, ne aktiv
savaşım, ne de barış konusunda bir netliği var. Iki arada bir derede, ayarsız
bir tutum içinde gidilip geliniyor. Yakın, orta ve uzun vadede ne istenecek,
nasıl istenecek, ne kadar istenecek, asgari ve azami sınırlar nedir ne
değildir, belirsizdir. Toplam olarak Kürtlerin istikrarlı, sistematik ve çok
alternatifli savaşım planları yoktur. Palyatif yöntem ve günübirlik
politikalarla yolalmaya çalışıyorlar. Hal böyle olunca, ne TC devleti katı
pozisyonundan caydırılabiliyor, ne de uluslararası meydanda aktiv arabulucular
bulunabiliyor. Kürtlerin hak arama savaşımı, özgürlük ve eşitlik talepleri
doğrudur, haklıdır, meşrudur ama bu acil ve pratik çözüm üretmeye yetmiyor.
Ulusal ve uluslararası konjonktür ve denklemlere göre nasıl bir “barış”
isteniyor ve bu “barış” hangi araç, yöntem ve planla elde edilecek,
belirsizliğini koruyor. Kürtler otonomi mi, federasyon mu, konfederasyon mu,
bağımsızlık mı veya otonominin de gerisinde bir model mi ya da sadece “Kürtçe
konuşma ve müzik serbestisi” mi, ne istiyorlar? Kürt dinamikleri elbette tekil
ve parçalı olarak bu yelpazede yer alan model ve talepleri, kavramsal düzeyde
öne sürüyorlar. Bu değişik çözüm modelleri içinde, bağımsızlık isteyen kesimin
programatik ve şematik olarak çok detaylı bir planı, projesi “masaya” konacak
somutlukta bulunmasa bile, Türklerden ayrı olarak devletleşmeyi öngörüyorlar ve
o eğilim bu açıdan bir netlik arzediyor. Ne ki, “federal çözüm” isteyenlerin
net ve detaylı bir planı yoktur. Evrensel manada, bağımsızlığa yakın, Kürt ve
Türk olmak üzere iki devletli, “Konfederal çözüm” isteyen zaten henüz yoktur.
“Otonomi” önerisini kimse ağzına bile alamıyor. Bunun dışında, çok geri düzeyde
de olsa, başka bir kurumsal model arayışı da ne yazık ki görülmüyor. Tüm bunlar
dağınık bir biçimde olsa bile, aslında aranan bu değil. Beklenen, olması
gereken, Kürtlerin birlik içinde, ulusal konsensusla ne istediğidir. Bu “ulusal
konsept”, “Kürt ulusal mutabakatı” ortaya çıkmadan, ne TC devleti
geriletilebilir, ne de uluslararası güçler devreye sokulabilir. Kürt ulusal
mutabakatı, heterojen Kürt politik yelpazesi ve diğer ulusal dinamiklerinin,
-geri veya orta ya da ileri bir model üzerinde-, asgari ortak görüşü ile
oluşabilir. Ne ki, bugün böylesi bir “ulusal mutabakat platformu” yaratmadan
uzaktır Kürtler. Kürt “ulusal bileşenleri” içinde kuşkusuz güç dengeleri ayrı
ve değişkendir. Toplam Kürt politik yelpazesinde, halk temsiliyeti ile ilgili
oranlamada pozitiv sonuçlar somut olarak var. Bu varolan oran ile de TC
devleti, Kürtler bakımından politik olarak partnersiz değildir. Gerilla geleneğini
yaratan ve kumanda eden politik güç olarak ve tüm versiyonlarıyla PKK [Kongreya
Gel], eğer kurulabilirse “masa”, Kürt tarafıdır. Ancak, sözünü ettiğimiz
genelleme içinde, spesifik olarak PKK geleneği, askeri ve sivil alanda, hangi
ölçüde etkin olursa olsun, toplam Kürt tarafı, TC devletinin politika ve
pozisyon netliğini, ne yazık ki taşımıyor. Ve bu Kürtler bakımından ciddi bir
handikaptır.
Sonuçta “umutsuzluk” yoktur kuşkusuz. TC
başbakanı, bir kısım Türk aydını ve basını çok geri bir tanımlama ile ve sadece
teorik olarak “Kürt sorunu” diyorsa, bu herşeye karşın iyidir, olumludur. Ancak
anlam kazanabilmesi pratik sonuçlarıyla ölçülür ki bu konuda ciddi endişeler
var. Kürtlerin her türden savaşımı gevşetmeden, ama özellikle sivil ve
demokratik savaşımı derinleştirerek, boyutlandırarak, kararlıca, zaman ve
koşulları sağlıklıca değerlendirerek meşru hak arama, özgürlük ve eşitlik
savaşımlarını arzulanan “barış” elde edilene kadar ısrarla ve de kesintisiz
sürdürmeleri zorunludur. Kürt ve Kürdistan sorunu ile ilgili olarak, özellikle
TC devleti gibi inkarcı bir güçle savaşılırken, yakın vadede arzulanan
sonuçların elde edilemeyeceği biliniyor. TC devleti ile savaşımın, “adil barış”
bir yana, “makul barış”ın sağlanmasının bile, çok zaman alacağı sır değil. Bu
bakımdan, “konjonkturel barış” gibi ara çözümlerin de zorlanması, savaşımın
sağlıklı gelişimi açısından önemsenmelidir. Ne var ki, burada dikkat edilmesi
gereken en önemli husus şudur; tür ve kategorisi, zaman periyodu ne ölçüde
olursa olsun, elde edilen kazanımlar, kurumsal sonuçlar ortaya çıkarmıyorsa,
“barış” kalıcı olmaz.
Doğru barış, adil olan barıştır. Kürt halkı adil
barışı arıyor, ama diğer “barış” modellerini de dışlamıyor. Türk halkı, Türk
aydınları, kendi devletlerini, kendi TSK’lerini [Türk Silahlı Kuvvetleri], Kürt
halkıyla savaşmaya son vermeye çağırmalıdırlar. Kürt halkına ve politik
öncülerine “silahlı savaşımı kayıtsız koşulsuz bırakın” demek, iyi niyet
sınırlarını zorlayan ve pratikte bir tür “TC devletinin anayasal konseptine
boyun eğin” anlamına geliyor. TC devletinin “anayasal konsepti”ni de yukarıda
aktardık. Eğer Türk sivil toplum güçleri ve aydınları da, Kürtlere “mevcut
anayasal çerçeveye girin” diyorlarsa, zaten TSK’nin, MGK’nin de istediği budur.
O zaman da ortada bir “sivil ve aydın tavrı”ndan sözedilemez.
Barış, Kürtlerin hak arama savaşımına, özgürlük
taleplerine pozitiv yanıtla ses vermektir. Kürtlerin özgürlük istemleri, Kürt
ulus kimliği ve coğrafyasal Kürdistanlılık olarak tanınmadan, kalıcı barış
olanaksızdır.
TC devletinin geleneksel ve mevcut
politikalarından anlaşılıyorki, bu hamur daha çok su alacak. Ama Kürtler yine
de adil barış için savaşımlarını ısrarla sürdürecekler, sürdürmek
zorundadırlar. Kürtler haklıdır ve kazanacaklar, bu kesindir.
Barış üstün gelsin!
ROJAN HAZIM
1 Eylül 2005