AB’nin kapısı 16-17 Aralık 2004, Brüksel
zirve toplantısında açılmadı, ama bir ”kıl”aralandı! Bu beklenen bir gelişmeydi
ve ”müzakerelere başlama tarihi” olarak 3 ekim 2005 AB yüksek konseyinde
benimsendi ve sonuç bildirgesinde yer alarak formelen ”resmileşti”! Ne ki,
sonuç bildirgesinde kimliksel olarak adıyla sanıyla Kürtlerin esamesi bile
yoktu! Bu çok açıkça Kürt hanesine yazılması gereken kocaman bir
başarısızlıktır! Ama kuşkusuz Kürt öncüleri bunu üstlerine alınmazlar, bu gayet
iyi biliniyor, o nedenle kısaca değinip geçiyoruz!.
AB ve Türkiye ilişkilerinin tarihi, TC
yetkililerinin belirttiğine göre 41 yıla dayanıyor. Ne demeli?! 41 kere
maşallah! Ne ki, 41 yılın sonunda bir nebze de olsa muratlarına ermedilerde
değil hani! Bu 41 yılda Türkiye, antidemokratik ve faşîzan yapı ve sistemiyle
ancak kamplumbağa hızıyla yol alırken, AB ve birliği oluşturan ülkeler, yaşamın
hemen her alanında, çok orantılı ve dengeli olmasa da, neredeyse ses hızında
ilerleme ve gelişme kaydettiler. AB, özellikle 90’lı yıllardan itibaren ciddi
anlamda bir yapısal büyüme gösterdi. 90’lı yılların ikinci yarısına dek olan
sürede birliğin ekonomik altyapısı sağlamlaştırıldı. 90’lı yılların ikinci
yarısından itibaren de politik ve yönetsel üstyapıyı şekillendirmeye
başladılar. Birliğin ekonomik ve politik temel ve çatısını atarken de, bu
sürede yapının içini gelişme trendine paralel insan amaçlı norm ve etik
değerlerle doldurdular. Bu norm ve değerler toplamında ana sütunu insan
hakları, gerçek demokrasi, hukuk, adalet ve toptan etnik ve azınlık hakları
oluşturdu. Zaten AB, 90’lı yılların başından itibaren genişlemeyi
programlarken, bu norm ve değerleri sistematize etti ve birliğe katılımın temel
koşulu haline getirdi. Onun içindir ki, özellikle politik koşulların
çerçevesini 1993 Haziranındaki Kopenhag zirvesinde oluşturdular ve bu ölçüleri
”Kopenhag Kriterleri” olarak birliğe girişin vizesi haline getirdiler. AB,
başından itibaren kendini kurar ve büyütürken, iç gelişme dinamiklerini hep
canlı tuttu, fonksiyonel kıldı. Bunun yanısıra, özellikle kara avrupası içinden
üye alımında çok sıkı veya ”mükemmelliyetçi” davranmadı. Birçok batı ya da doğu
avrupa ülkesini, ekonomik ve de politik kriterleri çok detaylı ve eksiksiz
yerine getirmeden, ancak ”müzakere süreçleri”nde olgunlaştırarak, içine aldı.
Bu bir bakıma doğaldı da. Coğrafyasal, tarihsel, kültürel, sosyal, dinsel ve
etnik olarak Yunan Trakyası’ndan atlantiğe kadar olan geniş kara avrupasında
yaşayan halklar birbirlerine daha yakındılar. Bundan dolayıdır ki, özellikle
1990 başından itibaren, Sovyetler Birliği ve bloğunun dağılmasından sonra, doğu
avrupa ülkelerinin çoğu AB içine alındılar. 2004’e gelindiğinde AB sınırları
Karadenize uzandı. Gerçi Romanya ve Bulgaristan henüz tam üye değiller ama bir
beklenmedik kaza olmazsa 2007 de onlar da tam üye olacaklar, ki Hırvatistan da
aynı yolda. Türkiye ise daha yeni son Brüksel zirvesinde „müzakerelere başlama“
tarihi olarak 03 Ekim 2005’i alabildi. Kaldı ki, neredeyse mitolojik anlatımla,
en iyimser tahmin olarak 15-20 yıldan söz ediliyor, tam üyelik için, ki o da
eğer 3 ekime dek özellikle „Kıbrıs’ı resmen tanıma“ gerçekleşir ve
„müzakereler“ başlayabilirse!
Duvara karşı
Türkiye, AB’ye üyelik sürecinde duvara
karşı hız yapıyor! Tabi bu „vasıta“ hızı değil! Zaten aslında TC’nin kendisi de
bu „müzakere tarihi”ni aldıktan sonra hızını, „kaplumbağa hızı“nın ayarından
çok daha gerisine çekecek. Büyük ölçüde bir ileri iki geri, çok sıkıştırılırsa
da iki ileri bir geri ile yolaldığını hissettirmeye çalışacak. Bunun
sinyallerini, „3 ekim 2004“ tarihini duyduğuna iyice emin olduktan, AB zirve
toplantısı resmen bittikten sonraki basın toplantısında bizzat Başbakan Tayip
Erdoğan verdi. Erdoğan, „Kopenhag Kriterleri“ olarak AB’nin istediklerinden çok
fazlasını yaptıklarını yüksek sesle vurguladıktan sonra, ”daha ne kaldı ki”
dercesine adeta ”bundan sonra rahatız” tavrını sergiledi! Oysa AB’ye göre
„kazın ayağı hiçte öyle değil“! AB’ye göre esas „minder güreşi“ yeni
başlıyordu. Bir kez, tarih olarak „3 ekim“ yüzde yüz garantili değil, şartlı
bir müzakerelere başlama tarihi olarak verildi. Kıbrıs ile ilgili olarak eğer
Türkiye AB’nin istediği adımları atmazsa, „müzakerelere başlama“ ertelenebilir,
ki bu risk zirve sonrası resmi belgede de yer alıyor. AB, 3 ekime kadar sıkı
bir „mevzuat taraması“, artı Rum yönetimli Kıbrıs Cumhuriyetinin Türkiye
tarafından resmen tanındıktan sonra, Türkiye ile çok sıkı „müzakerelere“
başlamayı planlıyor. Kaldı ki, TC yetkilileri bile, eğer 3 ekimde müzakerelere
başlanırsa, sürecin çok çetin geçeceğini kamuoyuna açık değilde, kulislerde
dile getiriyorlar. Bu „müzakere süreci“nin tahmin edildiğinden çok fazla sert,
detaycı, mikroskobik geçeceğini tahmin etmek zor değil. AB yetkilileri,
birliğin bütçe planlamasının Türkiye bakımından ancak 2014 sonrası bir tarih
için düşünülebileceğini sonuç bildirgesinde açıkça belirttiler. Aslında bu
„müzakere“ kavramı bile tartışmaya açık. Ortada bir „müzakere“ veya „alver“ yok
ve olmayacak. Türkiye’nin rehabilitizasyon sürecidir aslında yaşanacak olan.
Türkiye kendi irade ve dinamikleriyle kendini değiştiremedi, dönüştüremedi,
demokratikleştiremedi, dolayısiyle 3 ekim sonrası uzun süreçte AB kendi
standartlarını bir bir Türkiye’ye dikte ettirecek, uygulatacak. Ortada
tartışılacak bir şey, bir konu yok ve olmayacak. Müzakereden kasıt, bir tartışma,
bir alver, ileri geri ve ortayı bulma prosedürü ile ilerleme, uzlaşma
sağlamaktır. AB bu tarzla genişlemiyor. Norm, değer, ölçü ve kurallarını
manzumetik bir biçimde ortaya koymuş ve üye olmak isteyene, „buyur işine gelir
ve tamı tamına bunlara uyarsan kulübüme üye olabilirsin“ diyor. O nedenle
Türkiye’nin, pozisyonunu güya güçlendirmek, daha çok da kendi iç kamuoyuna
karşı sağlam durduğunu göstermek için bulduğu ve ısrarla kullandığı
„illüzyonitiv“ bir kavramdır. Türkiye yetkilileri ve basını kendileri için bir
psikolojik rahatlama aracı olarak kullanıyorlar bu „müzakere“ kavramını! 2002
ve sonrası yaptıkları kimi yasal değişikliklerden de anlaşılıyorki, ortada bir
„müzakere“ yoktur. AB istiyor, TC yapıyor ve yapmak zorunda kalıyor. Bu kural
bundan sonrası için de öyle olacaktır. Kaldı ki bu bir AB mekanizmasıdır ve
bundan böyle de AB’nin istediği gibi işleyecektir. AB’ye girmek isteyen TC,
AB’nin kurallar manzumesini harfiyen yerine getirmeyi taahhüt eden TC, o halde
önümüzdeki on yıl hatta on yıllar içinde AB norm, değer ve kurallarına adapte
olması gereken TC’dir, tabi gerçekten AB’ye girmek yani çağdaş dünyanın bir
parçası olmak istiyorsa başkaca bir seçeneği de yoktur. TC geleneksel
”statüsüyle” AB’ye değil, aslında hiçbir birliğe giremez. Arada bir AB ile
dikleşmeye kalkarken bile TC yetkilileri, blöflerini gizleyemiyor
acemiliklerini çabucak ele veriyorlar. Bu kafa yapısıyla TC, eğer AB’nin
aslında kerhen verdiği, -çünkü AB içinde de sert tartışmalar yaşanıyor ve AB
içinde, karar mekanizmalarında azımsanmıyacak TC karşıtları var-, üyelik vize
vizesini iyi değerlendirmezse, kaplumbağa hızıyla da olsa yöneldiği AB’nin
duvarına, geldiği hız oranından çok fazla hasar yaratacak bir çarpmayla
karşıkarşıya kalacaktır. TC’nin bu süreçteki tek şansı ciddi, kökten bir
sistemsel politik değişimdir ve bu değişimin ana ögesi de Kürtlerdir. AB
kapısının kilidini ancak Kürt anahtarı açabilir. TC bunun farkında ama tarihsel
korkularını yenebilme cesaretini gösteremiyor. Irkçılık ve şovenizm kolestrolü
damarlarının iç çeperlerini o denli sıvamış ki, potansiyel olarak öldürücü kalp
krizleriyle yüzyüzedir. Anjiyöler, bypaslar geçici soluk aldırma
operasyonlarıdır. TC kendi ırkçı, şoven kibir ve mağruriyetiyle bu türden
riskli tedavi yöntemlerinde ısrar ediyor. Oysa AB’nin tam teçhizatlı sağlık
merkezinin ambulansı sadece Diyarbakır meydanından, Diyarbakır Belediye
Sarayı’nın önünden kalkabilir. TC, geleneksel negativ mağruriyetini yenebilir,
Kürdistan ile, Kürt halkıyla tam eşitlik ve sağlam komşuluk ilişkilerini esas alan
bir barışma ve anlaşma sürecine girebilirse, sağlıksal sorunlarını Kürt
halkının klinik tedavi katkısıyla AB’nin ileri teknik donanımlı sağlık
merkezinde aşabilir ve yaşamını idame ettirebilir.
Kürt çıkmazı
Hasta TC’nin AB’nin teknik ve personel
anlamında tam teçhizatlı ve donanımlı hastanesinde tedavi görebilmesi ancak
Diyarbakır Belediye Sarayı önünden kalkacak bir ambulansa olanaklıdır derken
”Kürt ögesi”nin rolünü aslında abartmış olmuyoruz. Teşbihte olsa bu bir
realitedir. TC’nin politik öncüleri bile sık sık ”AB üyeliğinin yolu
Diyarbakır’dan geçer” diyorlar zaten. Daha önemlisi, AB ileri gelenleri,
kamuoyu, sivil toplum kuruluşları, aydınları toplam olarak, TC Kürt sorununu
makul bir biçimde çözmediği sürece AB’ye giremez diyorlar. AB’nin bu topyekün
açık ve net tutumuna karşın, TC, Kürt sorununu kendi mantığı, yöntemi ve usülü
içinde ele almaya, kimi taktiksel adımlar atarak, rötuşçu, vitrinci ve de
dekorcu bir yaklaşımla AB’yi oyalamaya çalışıyor, ama esasta kendini
kandırıyor, geleceğiyle oynuyor, yarınını karartıyor. Tabi bu AB’nin Türkiye
ile yaşadığı paradoks. Esas ve daha hazin paradoksu ise Kürt cephesi
oluşturuyor. AB’nin, üye olmak isteyen bir ülke için olmazsa olmaz olarak öne
sürdüğü politik koşula, yani mutlak olarak çözülmesini istediği Kürt sorununa,
bir başka deyişle Kürt halkına “mutlak kriter” gibi verdiği önem ve role
karşın, Kürtlerin kendisi ne bu kavrayış ve bilinçtedir, ne de AB’nin verdiği
öneme uygun bir yapılanma ve tavır içindedirler. Kürt’ün içinde bulunduğu
oldukça silik diplomatik hatta politik pozisyon kendine özgüdür ve bir başka
örneği de yoktur dünyada. Kürtlerin sergilediği genel tavır tam bir alakurda
tarzıdır! Kürtler, bu klasik alakurdalıkla da ne AB karşısında egemen bir
partner olabilirler, ne de Türkiye’ye karşı ciddi ve de caydırıcı bir konum
elde edebilirler! Türkiye’nin AB standartlarından fersah fersah uzak olduğunu
zaten AB biliyor ve bu “mesafe”yi kapatmaya çalışıyor. Ama AB bir de Kürt taraf
ile uğraşıyor. Gerçi AB’nin Kürt projeksiyonu ile Kürt’ün kendi çözüm projeleri
çakışmıyor ve bu bir bakıma da doğaldır. AB’nin “azınlık” kavramıyla
güncelleştirdiği Kürt problemi ve ona uygun çözüm arzusu, gerçek ve olması
gereken Kürt ve Kürdistan sorununu ifade etmiyor kuşkusuz. Ne var ki, AB
Türkiye ile masaya oturuyor ve o nedenle de ”önermelerini” Türkiye’nin
reflekslerine göre şekillendiriyor. AB, Türkiye’nin bu aşamada “Kürt
problemini“ duymak bile istemediğini gayet iyi biliyor. Buna karşın değişik
kavram ve formülasyonlarla ve de vazgeçilmez bir “kriter” olarak da Türkiye’nin
önüne ısrarla koyuyor. Bu denklemde henüz “Kürt ögesi” olmadığı içindir ki, AB
daha çok Türkiye’nin reflekslerine göre pozisyon alıyor. Tabi AB’nin bu geri
tavrı, yine doğal ve haklı olarak Kürtleri tedirgin etmenin ötesinde “kızdırıyor”!
AB bu konuda bir dilemayla karşı karşıya kalıyor. Ancak bu AB’nin mazereti
olamaz elbette. AB aslında iki tarafı idare etmiş olmuyor bu ikircimli
tavrıyla. Daha çok Türkiye’nin isteklerine göre manevra yapıyor ki bu AB’nin
kendi değerleriyle açık çelişkisidir. Ne ki, objektiv olmak gerekirse, bu çok
yönlü hesapta bir Kürt çıkmazı da var. Bu da daha çok Kürtlerin kendi iç
çelişkileri, zaafları ve politik yetmezliklerinden kaynaklanıyor. Bir denklemin
hatırı sayılır elementi olmak için çok kitlesel olarak organize olmak yetmiyor.
Reelpolitik koşul ve standartlarında atak ve dinamik bir politik manevra
kabiliyeti ve diplomatik yeterliliğe de sahip olmak gerekir. Kürtlerin
savaşımlarında “bu ayak” ne yazık ki eksiktir. Dolayısiyle de
politik-diplomatik meydanda dikkate alınır bir “ajanda” ve etkinlik
oluşturulamıyor. Irili ufaklı her örgütün kendine göre bir çözüm önerisi, planı
-tabi adına çözüm planı denebilirse!- var ve yine bu çapları değişik örgütler,
sadece kendilerinin anlayabildiği “ajandalarını” sunma rekabeti içindedirler.
Bu politik ve diplomatik kaosu, kaçınılmaz olarak ne AB ciddiye alıyor, ne de
bir başka güç! Kürtlerin sergilediği bu karmaşa ve belirsizlik AB nezdinde bir
„Kürt çıkmazı“ oluşturuyor. Aslında AB bu „Kürt sefaleti“nden hiçte hoşnut değildir.
Kürtlerin bu zaafı, AB’nin Türkiye ile olan „üyelik görüşmeleri“ sürecinde
ciddi sorunlar da üretiyor ve AB’nin göreceli de olsa Kürtlerin lehine olan
elini zayıflatıyor. Kürtler açıkça AB kapısında birbirlerine çelme atıyorlar,
ilişkilerine takoz koyuyorlar. Bundan daha beter bir kara tablo olabilir mi?
„On Kürt“ AB kapısına dayanıyor ve kendilerinin muhatap kabul edilmesini
istiyor. Aynı AB kapısına bu kez „On Bin Kürt“ gidiyor ve onlarda sadece
kendilerinin dinlenmesini talep ediyor ve asıl muhatabın kendileri olduğunu
söylüyor. AB’nin tek olmasını arzuladığı ama farklı megafonlardan duyduğu
„birbirine zıt Kürt sesi“ karşısında „çaresiz kaldığını” yine ilişki içindeki
Kürtler söylüyorlar! Ne „On Kürt“ kendi „On Bin Kürt“ünün ciddi kitlesel gücünü
görmek istiyor ve birleşerek AB kapısına gitmeyi akıl ediyor, ne de „On Bin
Kürt“ emekçisi, „şu ‚on soydaş’ımı da yanıma alayım“ı düşünüyor! Kürt politika
dünyasında kuşkusuz farklı eğilimler, tandanslar, örgütler olacaktır ve
olmalıdır. Bu Kürt politika sahasının demokratikleşmesi bakımından da
önemlidir. Ne var ki, AB gibi uluslararası platformlarda, ortak bir ”ulusal
delegasyon” oluşturabilme yeteneği de gösterilebilmelidir. Esas isyan edilen
Kürt handikapı budur. Yoksa „tek ses, tek beden olun“ diyen yok, kaldi ki öyle
bir düşünce demokratik değildir. Arzu edilen ”ortak ses, ortak davranış”tır!
Ortak ses ve ortak davranış, farklılıkların demokratik ortaklaşması, ortak
paydasıdır. AB karşısında mumla aranan „Kürt ulusal iradesi“ budur! Olağan
koşullarda „On Bin Kürt“, „On Kürt“ karşısında „salt çoğunluğun“ ötesinde bir
çoğunluktur ve bir temsil gücüdür ve bu aynı zamanda da demokratiktir. Ne ki,
Kürtler bakımından içinde bulunulan şartlar olağanüstüdür. O nedenledir ki, tüm
mesele „çoğunluk, azınlık“ ikilemine hatta zıtlaşmasına girmeden, gerekli
olduğu an ve hallerde „ulusal ortak paydayı“ yaratmaktır. Ama ne yazık ki, bu
olması gereken tablo 16-17 Aralık zirvesi öncesi yaratılamadı, hatta yaratılmak
istenmedi. Kürt politika arenasındaki ekstrem kanatlar, subjektiv
pozisyonlarını tahkim etmeyi daha uygun gördüler! Tabi, Kürt politika sahasını bloke eden bu
iki ekstrem uç arasında kalan bir çeyrek „kesim“ de var ki, onlarda
tabansızlıklarına, hiçbir dönem risk almadan, iğne ucu kadar savaşım bedeli
ödemeden ve sadece konjonktürel fırsatlarda „popüler şov“lar planlayarak „odak“
olma oportünistliğini becerebilenlerdir. Bu „fırsatçılar“, çok maskeli ve
peruklu Kürt politika baronları, „birlik bezirganlığı“ yaparak arada bir timsah
gözyaşları döker görünürler, ama gerçekte hiçbir zaman „ulusal ortak payda“
alanlarının yaratılması için çaba göstermezler, tam aksine karşıtlıkların öne
çıktığı anlarda aradan sivrilerek „uygun olan kanatla“ dirsek teması kurarak,
„durumdan vazife çıkarır ve kaymağı yerler“!.
Bir diğer hazin gerçekte; egemen Kürt
politika anlayışını oluşturan bu iki artı çeyrek ekstrem sapmaların dışında
kalan, sağ duyulu, özverili, ulusal çıkarları önde tutan, bunun için bedel
ödemiş ve hala da ödeyen, sürekli ve özellikle en kritik zamanlarda sağlam ve
objektiv düşünce üretimleriyle politik sürece katkıda bulunan aydın insanların,
statükocu Kürt politik kastı tarafından gayet bilinçlice görmezden
gelinmesidir.
Sonuçta bu komplike „Kürt çıkmazı“ ve
elbette onu yaratan „politik subjeler“, Kürt davasına kaybettiriyor. Durum bu
olunca, AB’nin konsey sonuç bildirgesinde adı konarak „Kürt hakları“ndan söz
edilmiyor elbette. Bunun vebalini salt AB’nin sırtına yıkmak çok kolaycı bir
yaklaşımdır, ama ne acı ki, klasik ve de statükocu Kürt politik cenahında
yapılan da budur; tam bir alakurdalık!
Hipotezler yumağı
Türkiye’nin 3 ekime kadar yerine
getirmesi gereken öncelikli koşul „Kıbrıs Cumhuriyeti“ni tanımaktır. Bu konuda
TC organları arasında ciddi bir çatışma olduğu biliniyor. AKP hükümeti, AB ile
ortayı bulucu bir formül arayışı içinde görünüyor ama öte yandan başta ordu
olmak üzere anti AB güçler kayda değer bir direnç gösteriyorlar. Bu sorun
hükümetin yumuşak karnını oluşturuyor. Çünkü hükümet partisi içinde de
„milliyetçi“ fanatikler var ve bu iç dengesizlik de hükümetin adım atmasını
zorlaştırıyor. Hükümetin AB ile ilişkilerinde bugüne kadar izlediği politika
„taviz koparma“ ile uyumu sağlamak oldu. AB de daha çok bu pazarlıkta Kıbrıs
üzerinde durduğundan, TC hükümetinin kimi istekleri karşısında geri adım attı.
Bu pazarlıkta temel öge yine Kürtler oldu ve bu çirkinlik, Kürtlerin aleyhine
sonuçlar doğurdu. AKP hükümeti Kıbrıs kartını kullanarak Kürtlerle ilgili gelişmelerin
önünü keserken, öte yandan bunun karşılığında milliyetçi ve anti ABcileri
Kıbrıs konusunda manipüle ediyor. Hükümet, Kıbrıs konusunu olabildiğince kendi
hesaplarına uygun bir biçimde çözmeye yanaşırken, muhaliflerini, „AB’nin Kürt
isteklerini dizginliyorum“ kartıyla dengelemeye çalışıyor. Bu kirli hesapta
göreceli de olsa yol aldığıda söylenebilir. O nedenle, hükümet anti ABcilein ve
milliyetçi kesimlerin, yani topyekün karşıtlarının muhalefet hızını kesmek
için, Anti Kürt politikalarını öne alabilir, ki bunun işaretlerini de veriyor.
Hükümet bu anti Kürt tavrını güncelleştirerek Kıbrıs konusunda AB ile bir orta
yolda uzlaşmayı ve bu yolla 3 ekim tarihini garanti altına almayı planlıyor.
Ancak hükümet, 3 ekim sonrasında özellikle „Kürt dosyası“nın önlerine
konacağını da çok iyi biliyor. Bu bakımdan, hükümetin Kıbrıs konusunda atacağı
adımların yaratacağı iç tepkileri elimine etmek için, Kürt halkına karşı
sertleşebileceği artık endişe sınırlarını aştı. Gerçekten askeri eylemlilik öne
alınıyor ya da askeri operasyonlara göz yumuluyor, dahası ordunun donanım
bütçesi arttırılarak asker mali olarak doyuruluyor. AB’nin bizzat belirttiği
„ucu açık üyelik“, „müzakereler uzun sürecek“, „üyelik garantisi yoktur“,
„üyelik 15 ila 20 yıldan önce gerçekleşemez“ vb. açıklamaları karşısında, AKP
hükümeti de en azından „müzakere süreci“nin ilk yıllarında, ordunun ve
milliyetçi kesimlerin muhalafetini ve baskısını azaltmak, o çevreleri
rahatlatmak için, ordu ve polisin Kürdistan’a yönelik eylem ve baskılarına ses
çıkarmayabilir ve zaten daha bugünden yaptığı da budur. Gerek ordunun ve
gerekse polisin, 16-17 Aralık AB zirvesinden önce başlayan Kürdistan
operasyonları, zirvede Türkiye için verilen 3 ekim tarihinden beri de hızla
arttı ve daha tehlikelisi artık „faili meçhul“ değil, „faili belli“ olarak
polis ve askeri güçler seri cinayetler işliyorlar. Ordu ve polisin Kürdistan’da
artan aktivitesi karşısında, bölgedeki „Türk hukuk kurumları“ da paralel bir
çizgiye çekilmiş durumdadırlar ki savcılar asker ve polis lehine iddianameler
düzenleyebiliyorlar. Hükümet 3 ekim tarihini riske etmemek için AB ile olan
göreceli uyumunu sürdürebilir ama 3 ekim sonrası sürecin, bugünkü ordu-polis ve
milliyetçi kesimlerin özellikle „AB Türkiye’yi bölmeye çalışıyor“ çığırtkanlığı
ve eylemleriyle, gerilimli geçeceği belli oluyor ve bu dönemde hükümet dahil
tüm Türk derin devletinin kuvayı milliyecileri tarafından, Kürdistan ulusal
kurtuluşçu Kürt dinamiği sindirilmeye çalışılacak, ama Kürt başkalaşımı
özendirilecektir. O nedenle 3 ekim sonrası sürecin muhtemel risk ve
tehlikelerine karşı zinde Kürt dinamiğinin hazırlıklı olması, o döneme uygun
mücadele yöntem ve araçlarını geliştirmesi yaşamsal derecede önemlidir. Tüm bu
hipotezler yumağı içinde, aslında savaşımda ağır bedel ödemiş Kürt dinamiklerinin
olası negativ gelişmelere karşı toparlanması, yeni döneme uygun tarzda
donanması, hem TC’nin saldırılarını bertaraf edebilir, hem de AB’nin Türkiye
ile olan görüşmelerinde Kürtler lehine olacak elini de güçlendirir ve bu durum
Kürt tarafın AB ile daha organize ve amaçlı, ilkeli yakınlaşmasını, paralel ve
uyumlu hareket etmesini yaratır.
AB’nin, genelde demokratikleşme ve insan
hakları, özelde de Kürtler için Türkiye üzerinde tazyik uygulaması, bu
doğrultuda göreceli olumlu sonuçlar alması, ancak Kürtlerle çok sıkı bir
dayanışma ve entegre politikalar geliştirmesi ile olanaklıdır. Kürtlerin AB’yi
buna ikna etmesi gerekir.
AB karşıtlığı, Türkiye karşıtlığı
Hem Avrupa’da, hem Türkiye’de
azımsanmayacak sayıda „anti“ler var. Her iki kesimdeki „anti“lerin değişik
gerekçeleri var, ama ortak paydaları da „Avrupayı Türkiyesiz, Türkiyeyi de
Avrupasız bırakmak“tır! Türkiyedeki „anti“lerin en azgınları en çok „Kürt
sorunu“nu işliyor ve AB ile birlikte Türkiye’nin bölüneceğini ısrarla
belirtiyorlar. Avrupadaki „anti“lerin kullandığı argümentlerin başında ise
„din, kültür ve de nüfus“ ögeleri geliyor. Her iki taraftaki „anti“lerin bir
ortak paydası da „anti demokratik“, ve „şoven” olmalarıdır. Avupadaki kimi
kesimlerin kullandığı „din“ ve „kültür“ gerekçelerinin ciddi bir engel teşkil
ettiği, daha da edeceği açık, ama sayıca daha yoğun „anti“lerin kullandığı
„nüfus“ argümenti temelden yanlıştır. Onlar mevcut resmi TCyi etnik bakımdan
homojen bir „Türk“ devleti olarak görüyorlar ki bu doğru değildir. Türkiye’de bir
sömürge sorunu var ki bu Kürtlerin ülkesi Kürdistan’ın Türkiye devleti
tarafından sömürgeleştirildiğini ifade ediyor. Sadece kolonileştirilen
Kürdistan’da 20 milyonu aşkın Kürt nüfus yaşıyor. Kaldı ki Kürdistan da tam
homojen değil, diğer etnik ve dini topluluklar da yaşıyor. Bir kez Türkiye
kolonisi Kürdistan ile birlikte AB’ye üye olursa şayet, bu Kürt nüfusun
temsilcilerinin Türk temsilcilerle mutlak hareket birliği içinde olacakları
anlamına gelmez. O nedenle Avrupalı „anti“cilerin, Türkiye’nin AB organlarında
ağırlığı olacağı endişeleri tümüyle yersizdir. Aksine Kürt temsilciler,
sömürgeci devlet temsilcileri ile değil, demokratik Avrupa ülkeleri
temsilcileri ile doğal bir dayanışma içinde olurlar. Avrupalı „anti“cilerin,
nüfus göçü kaygılarının da mantıklı bir izahı yoktur, kaldı ki Kürtler
ülkelerini terke etmeyi değil, yeniden kurmayı, imar etmeyi, geliştirmeyi,
yaşanılası hale getirmeyi düşünür ve uygularlar. Türkiyeyi dışlayarak,
dolayısiyle Kürdistan’ı da AB dışında bırakmak antidemokratizmin, ırkçılığın ve
şovenizmin pervasızlığı olacaktır. Avrupalı „anti“ciler bu „anti Türk“
yaklaşımlarıyla, yılların sömürgesi Kürdistan halkının sömürgeci devletin
üzerinden de olsa AB’ye girişi ve AB içinden daha az sancılı, az kayıplı bir
süreçle özgürlüğüne kavuşmasını da engellemiş oluyorlar. Kürtlerin bu avrupalı
„anti“cileri kendi çıkar ve hakları açısından iknaya çalışması gerekir. Kürt
nüfusun, Türk nüfusa monte edilerek dışlanmaya çalışılmasına karşı yoğun bir
bilgilendirmenin yapılması gerekir. Tabi bu „Türkiye nüfusunun“ Kürdistan
bakımından izahıdır. Bir de Kürdistan’ın dışındaki sömürgeci Türk devlet
sınırları var ki, orada da on milyonu aşkın Kürt nüfusun yanında, en az on
milyona yakın diğer etnik azınlık halklar da yaşıyor. Ayrıca sosyolojik olarak Türk
nüfusta homojen değil, farklı sınıf, katman ve kategorilerden oluşuyor. AB’ye
girişi değişik gerekçelerle de olsa arzulayan oldukça fazla bir nüfus var
Türkler içinde. Ekonomik refah, demokratikleşme, özgürleşme vb. sorunları olan
yoğun Türk nüfusun, bir avuç ırkçı, şoven ve anti demokratik kesimin
çığırtkanlığına kurban edilmemesi gerekir. AB’yi isteyen Türk nüfusla tüm
Kürtlerin ve diğer azınlıkların ortak paydasının oluşturduğu ve dayandığı
değerler ve nüfus daha çoktur. Avrupadaki „anti“cilere bunun izah edilmesi
gerekir. Türkiyedeki, AB yanlısı Türklerin, diğer azınlıkların, Kürtlerin ve
sömürge Kürdistan halkının tavrı AB içindeki değişik sosyal ve politik
kesimlerle ortak veya paralel olacaktır. AB içindeki sosyal ve politik
mevzilenme „ırk“, „din“ ve „etnik“ temelde değil, farklı sosyal ve politik
çıkar ve amaçlarda olacaktır. AB içindeki „anti Türkiyeciler“, bu
politikalarıyla Türkiye içindeki statükocuların, anti demokratik güç ve
çevrelerin, militarist odakların ekmeğine yağ sürüyor, onların mevzilerini
tahkim ediyorlar. Bu bakımdan verili koşullarda en organize güç olarak
Kürtlerin, hem Türkiye içinde, hem de Avrupadaki „anti“cilere karşı „ABci“
kesimleri en geniş çerçevede ortak haraket noktasında dayanışmaya çağırması,
yönlendirmesi gerekir. Militarist çevrelerin bir torpillemesi olmazsa şayet, 3
ekim bir başlangıç olabilir ve bu tarihten itibaren işleyecek sürecin ana
unsuru esasta „Kürt sorunu“ olacaktır. „Müzakere süreci“ 15 yıl, 20 ya da daha
çok yıl sürse de, AB süreci Kürtlerin lehine işler. Işte bu noktada süreç
açısında önemsenmesi gereken tehlike „anti ABcilerin“, AB Kürtleri organize
ediyor, ülkeyi bölüyor paranoyasını azdırmaları ve süreci kesici, ya da en
iyimser tahminle geciktirici mekanizmaları aktivleştirmeleridir. Çünkü ortada
bir realite var; AB çevreleri her ne kadar yüksek sesle dile getirmeseler,
Türkiyedeki iç dengeleri gereğinden fazla abartarak Kürtlerle ilgili Avrupadaki
benzer çözüm örneklerini ifade etmekten kaçınsalarda, ileriki zamanlarda
Ispanya hatta daha ileri çözüm olarak Belçika modelleri gündeme gelir ve zaten
AB içine girecek olan bir resmi TC’nin bunun dışında bir seçeneği, ancak kendi
üyeliğini kendisinin durdurması olabilir ki, bu Kürtler açısından oldukça
riskli sonuçlar doğurur. Türkiye’nin bu tarihsel korkularını bilen Avrupadaki
„anti Türkiyeciler“, „Türkiye kendisi AB’ye girmez“ tezini işlerken, açıkça
belirtmeden dayandıkları argüment, işte bu Türkiye’nin „Kürdistan korkusu“dur.
AB görüşme süreci ola ki ileri bir aşamada Türkiye tarafından kesintiye uğratılırsa,
sarılacağı argüment AB içindeki „federasyon“ modelleridir. Çünkü Türkiye
gerçekliğini görmek, korkularını aşmak istemiyor. Bu noktada AB içinden bazı
çevreler, özellikle kendi iç etnik sorunlarını AB standartlarına göre henüz
çözmeyen „üniterci“ Fransa, bir ölçüde Kürtler konusunda her nedense mesafeli
duran Almanya, özellikle de bugünün iktidar adayı Hristiyan Demokratlar,
Türkiye’ye üyeliğin dışında bir „ara formül“ önerebilirler ki Türkiye’de buna
dört elle sarılır. Türkiye, yarının AB’sinin doğal olarak getireceği „etnik
sorunların çözümü modelleri“ karşısında, „üniter“ yapısını koruma kaygısıyla,
Avrupadaki „ünitercilerin“ daha bugünden önerdikleri, ama Türkiye’nin burun
kıvırdığı „ara formül“ün, yani üyelik yerine „stratejik ortaklık“ın üstüne
balıklama atlayacaktır. Tüm bu olasılıklara karşı hazırlıklı olması gereken
„tarafın“ Kürtler olması gerekir. O nedenle, Türkiye’nin „bölünme“ korkusuyla
uzak duracağı „federasyonlu AB modeli“ karşısında, AB ülkelerinin Kürtlere
önerebileceği bazı „geri çözüm formülleri“ daha baştan red edilmelidir.
Kürdistan’ın Türkiye üzerinden ve sömürge yapısıyla da olsa AB’ye girişini
engelleyici entrikalara karşı, Kürtlerin atak ve etkin bir politika
geliştirmeleri önemlidir. AB sürecinin Kürt hakları bakımından kapsamlı ve
nitelikli sonuçlar doğurması, en başta Kürtlerin sağlam, dinamik ve aktiv duruş
ve pozisyonuna bağlıdır. Kürtlerin bu „müzakere süreci“ni olabildiğince,
maksimum düzeyde örgütlenerek, kitleselleşerek, yönetim organlarını kurarak,
özellikle yerel yönetim mekanizmalarını yani belediyeciliği çok önemseyip
etkinleştirerek, bu riskli, nazik, heran kesintiye uğrama tehlikesi taşıyan
„müzakere süreci“ni değerlendirmeleri yaşamsal derecede önemlidir. Kürtler, çok
ileri derecede organize olarak bu „müzakere süreci“ni pozitiv anlamda
değerlendirebilirlerse, görece rahat bir soluk alınabilir, dönecek eşikler
çoğaltılıp sağlamlaştırılabilir. Bu da Kürdistan’ın kuruluş temellerinin sağlam
olarak atılması anlamına gelir ki bu ortak düş, süreç içinde somut gerçekliğe
dönüşür. AB süreci bu bilinçle, Kürt halkının, Kürdistan’ın geleceği şuuruyla
değerlendirilmelidir.
ROJAN HAZIM
Aralık 2004