6 ekim raporuyla ”müzakere tavsiyesi” alan
Türkiye hayli memnun gibi. Komisyon ”ucu açık bir müzakere süreci”nden söz
ederken, raporda yer alan konular, saptamalar, ”övgüler” ve beklentilerle
birlikte, ”tavsiye” ve ”gerekçe”lerin tartışılmasının da ucu açık görünüyor.
Tartışmalar çok yönlü ve çok taraflı yapılıyor ama ”resmi” tarafta sadece
Türkiye devleti var. Kürtler ne direkt, ne de indirekt olarak ”taraf”
pozisyonunda değiller, en azından şu aşama da! Raporu hazırlayan komisyon ve
özellikle de birinci dereceden sorumlu Verheugen ve ekibi, ne Isa’ya, ne de
Musa’ya yaranamamış olsa da, yine Türkiye’yi daha çok gözettiği belli oluyor.
Tabi ”gözetme” relativ bir kavram, bulunulan ”tarafa göre” anlam ağırlığı
alabilir ki bu da doğaldır. Kürt pozisyonuna göre rapora bakıldığında, bir ”gözetmeden”
sözedilebilir. ”Ankara hassasiyetleri”, ”Diyarbakır hassasiyetleri”nin önünü
almış görünüyor. Buna karşın Türkiye tarafı da bazı ”yakınma” ve ”endişe”lerden
söz etse de genel olarak bir ”relaks” vaziyeti de almış durumda. Kürt ve Türk
tarafların gereksinimlerine, istemlerine göre almış oldukları pozisyon,
takınmış oldukları tavıra genel açıdan bakıldığında, AB komisyonunun bunca uzun
bir süreye rağmen, -çünkü Aralık 2002 de Kopenhag’da alınmış bir karar
doğrultusunda komisyon çalışmalara başlamıştı-, Türkiye ve Kürdistan’ın
sorunlar bağlamında, sosyal, ekonomik ve politik gerçekliklerinin, tatmin edici
bir fotografının çekilmediği görülüyor. Ağırlıkla ”medyatik bir inceleme
araştırma” sonucu hazırlanmış bir rapor izlenimi verdiği için, özellikle Kürt
tarafın gereksinim ve istemleri (Kürt adı, ilgili paragraflarda zikredilmiş
olmakla beraber) renksiz, adsız ve de kimliksiz olarak yer almış raporda. Bu da
raporun Kürtler bakımından objektivlikten uzak, AB’nin ekonomik ve politik
çıkarlarının ve de reelpolitik dengelerinin kaygılarıyla kaleme alındığını
gösteriyor. AB’nin bu sınırları çok zorlayan pragmatizmi, Türkiye’nin güncel ve
de en hafif deyimle şoven politikalarına rahatlatıcı bir yanıt olsa da, uzun
vade de, ne Türkiye’nin ne de AB’nin hanesine bir artı olarak yansımaz. AB
komisyonunun, Kürtler bakımından ciddi, objektiv ve de etraflı bir saha
çalışması yapmadan, ”Kürt unsuru” ile dolaysız bir ilişki ve bilgilenme süreci
yaratmadan yaptığı belirlemeler ve vardığı sonuçların akibeti de ”iyileştirmeler”
tavsiyesiyle Türkiye devletinin, hükümetinin ”iyi niyetli reformları”na havale
edilmiş durumda. Tüm bu Ankara kriterlerine prim verici üslubuna karşın bu
rapor, Kürt halkıyla ilgili, içerik, saptamalar, vardığı sonuç ve tavsiyeler
bakımından objektivlikten, hakkaniyetten uzak olsa da, üzerinde çalışmaya, Kürt
halkının gereksinimleri, istemleri bakımından, içinden ”vazife çıkarılacak” bir
metindir. Ayrıca, bir bütün olarak taşıdığı ciddi eksiklik, yetersizlik hatta
yanlışlara karşın Kürtler bakımından yakın ve orta vade de bazı kazanımların
elde edilmesi için önemli bir altyapı oluşturma özelliği de taşıyor. Bu
bakımdan, rapor Kürtler açısından objektiv kriterleri gözetmemiş olsa da,
Kürtlerin bu raporu olabildiğince objektiv ve ”duygusallıktan” arınmış olarak
ele almaları, incelemeleri ve ona uygun politikalar oluşturmaları ve
uygulamaları gerekir ve rapor bu perspektiv ve olanağı veriyor.
Kavramsal
gerilik
Rapor, eklektik, yüzeysel ve daha çok da tek
yanlı bilgilenilerek hazırlandığı için, kaçınılmaz olarak kavramsal gerilikler
taşıyor. Kuşkusuz bundan dolayı raporu hazırlayanlar da bir ”Kürt’e kasıt”
aranmamalı, ama raporun böyle bir handikapı da var. Herşeyden önce ”Kürt”, hem
cografya olarak, hem nüfus olarak, hem istem ve gereksinimleri bakımından,
olduğundan o kadar geri ve cılız ele alınmış ki, bu doğal olarak bir ”niyet”
sorgulamasını da beraberinde getirebilir. Elbette Kürt’ün elinde bir niyetmetre
yok ve aslında böyle bir yaklaşımı benimsediği de söz konusu değil, ama AB’nin,
bu tavsiye raporunu hazırlayanların tutumlarının, politikalarının sorgulanması
bakımından, Kürt’ün bir refleksel niyet sorgulamasını yüksek sesle dile
getirmesi de gerekir. Komisyonun, AB’nin hangi ”reelpolitik” kaygılarından
olursa olsun, kendini var eden temel demokratik değerlerle açıkca çelişen bir
”üslup” kullanması ya da objektiv gerçeklikle örtüşmeyen kavramları seçmesi
veya benimsemesi yanlıştır ve eleştirilmesi gerekir. Komisyonun daha doğrusu AB
kurumlarının, bir ulusun, halkın, kimliksel değerlerini, kendince belirlemeye
kalkışması veya üyelik görüşmeleri yaptığı ülkenin politik yaklaşımlarıyla
çakışan ”resmi” kavramları temel alması, onları kullanması herşeyden önce anti
demokratik bir tutumdur, ayrıca da hem bilimsellekten uzak, hem de etik ve
moral değerlere sırtını dönmektir. AB’nin, bu raporu hazırlayan komisyonun,
Kürdistan ve Kürt halkı kavramlarını dürüstçe ve kararlılıkla kullanması
gerekirdi. AB ve kurumlarının, yöneticilerinin, Türkiye ile ilgili çalışmalarda
bu doğrulardan ”taktiksel” dahi olsa kaçınmaları, aslında hem Türkiye’nin AB’ye
entegrasyonunu geciktirir, hatta zorlaştırır, hem de hakları en hafif deyimle
”ihlal” edilen bir halkla gerektiğince dayanışmama anlamına da gelir. Bu
bakımdan, raporda yer alan ”Türkiye’nin Güneydoğusu” kavramı, Kürdistan’ın
gerçekliğini, Kürt halkının taleplerini yansıtmayan oldukça geri ve Türkiye
devletinin şoven resmi söylemiyle çakışan bir kavramdır ve Kürt halkına yapılan
büyük bir haksızlıktır.
Bazı
saptamalar
Raporun kısa ve orta vadede Kürt halkının kimi
gereksinim ve istemlerinin karşılanmasına zemin oluşturacak ”değinmeleri”
var. Raporun karmaşık ve eklektik
içeriğinden cımbızlayarak da olsa ”Kürt”ün lehine olabilecek kimi sözcük ve
yarı tümceler ayıklanırsa şöyle bir ”belge” ortaya çıkıyor:
”Avrupa Komisyonu, Türkiye’nin Kopenhag Siyasi
Kriterleri’ni yeterli düzeyde karşıladığını değerlendirmekte ve katılım
müzakerelerinin başlatılması tavsiyesinde bulunmaktadır.”
Bu tümce zorlanarak Kürt lehine yorumlanacak
olursa, anahtar sözcük ”yeterli” sözcüğüdür. Bu sözcüğü Türkiye tarafı, ”tamam
artık biz Kopenhag siyasi kriterlerini tümden yerine getirdik” şeklinde
algılıyor ve öyle de inanıyor, söylüyor. Bunun gerçeği yansıtmadığı apaçık
ortada, ama Türkiye’nin sözcüğü öyle yorumlamasına neden olan AB komisyonunun
”ortacı” tutumudur. Türkiye hükümetinin, AB’nin dayattığı ”ödevler”
doğrultusunda çıkardığı kimi yasalar, yaptığı bazı rötuşsal değişiklikler, tam
bir ”Türk usülü” ile yontularak gerçekleştirildiği için aslında Kopenhag siyasi
kriterlerini karşılamıyor. Kaldı ki, bu vitrinci değişiklikler bile pratikte
gereğince uygulanmıyor ve AB’de bundan rahatsızlığını defalarca dile getiriyor.
Bu gerçeğe rağmen AB komisyonunun yeşil ışığa dönük sarı ışığı yakması, Türkiye
hükümeti veya devleti yetkililerinin algıladığı gibi, Türkiye’nin Kopenhag
siyasi kriterlerini tam ve eksiksiz yerine getirdiği şeklinde değildir veya
öyle de anlaşılmıyor. Komisyonun ”yeterli” sözcüğünü seçmesi bundandır.
”Yeterli” sözcüğünde bir ”yetersizlik” anlamı da var. Kaldı ki, AB komisyonu bu
izahımızı doğrulayan tümcesinde şöyle diyor: ”Reformlar yoluyla kaydedilen
ilerleme ışığında, Türkiye’nin ... mevzuatı yürürlüğe koyması koşuluyla,
Komisyon Türkiye’nin siyasi kriterleri yeterli düzeyde karşıladığı
kanaatindedir ve katılım müzakerelerinin başlamasını tavsiye eder...” Bu
tümceden de anlaşılıyor ki, AB komisyonu ”koşulla” birlikte ”yeterli” sözcüğünü
kullanıyor ki bu da Türkiye’ye AB komisyonu tarafından verilen bir ön kredi
anlamını taşıyor. AB komisyonu, taktiksel olarak, Türkiye’nin ”ödevleri” yerine
getirme sürecini müzakere sonrası sürece almak istiyor ki, bu hipotetik olarak
değerlendirildiğinde etkili olabilir. Çünkü raporda da belirtildiği gibi; ”İyi
yönlendirildiği takdirde, Türkiye’nin üyeliği her iki taraf için önemli
fırsatlar yaratacaktır” derken, AB, tüm organ, kurum ve olanaklarıyla, bu
müzakere sürecinde, Türkiye’yi daha sıkı bir markajla yönlendirmeyi düşünüyor.
Bu taktik politika pratikte arzulanan sonuçları verir mi, şimdiden kesin olarak
bilinemez ama Kürt halkının demokratik savaşımına katkı yapacağı, Kürt halkının
lehine dönüşümler sağlayacağı söylenebilir ki bu AB komisyonunun, bir bütün
olarak AB politikalarının, Kürtler lehine yorumlanacak pozitiv yaklaşımıdır. AB
komisyonu ayrıca bu müzakere sürecinde izlenecek politikaları belirlemek,
olumlu sonuçlar elde edebilmek için üç aşamalı bir strateji izlenmesini
öneriyor ki, yine hipotetik olarak değerlendirildiğinde Kürtlerin lehine gelişmeler
içeriyor:
”Üç ayaklı bir strateji izlenmelidir.
Stratejinin birinci ayağı, Türkiye’de özellikle Kopenhag siyasi kriterlerinin
devamlılığına ilişkin reform sürecinin güçlendirilmesi ve desteklenmesi için
işbirliğini kapsamaktadır. Siyasi reform sürecinin devamlılığını sağlamak ve
geriye dönüşleri engellemek için AB, siyasi reformlerı yakından izlemeye devam
etmelidir. Bu amaçla, ... 2005 sonundan başlayarak her yıl siyasi reformlara
ilişkin gelişmeler genel bir değerlendirmeye tabi tutulacaktır... ”
AB komisyonu, müzakere sürecini ve yapılması
gerekenleri sağlama bağlamak için belli yaptırımlar öneriyor ki, bu da kendi
içinde somut garantiler içeriyor. ”Reformların hızı müzakerelerin ilerlemesi
konusunda belirleyici unsur olacaktır...” derken bir ölçü de hem değişim teşvik
ediliyor, hem de bir kararlılığın altı çiziliyor. Komisyon yine bu müzakere
sürecinin Türk usülü bir yöne kayması ve iğdişleşmesini önlemek için caydırıcı
bir mekanizma öneriyor; ”AB’nin temellerini oluşturan özgürlük, demokrasi,
insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin
sürekli olarak ve ciddi bir şekilde ihlal edilmesi halinde, Komisyon
müzakerelerin askıya alınmasını tavsiye edecektir. Konsey bu konudaki kararını
nitelikli çoğunluk oyuyla belirleyecektir.” AB’nin politik gelenekleri dikkate
alındığında, yetkili üst organ olan AB Konseyi, yani devlet ve hükümet
başkanları zirvesi genelde, politik sorumlulukları olan komisyon ve
komiserlerin tavsiyeleri yönünde kararlar alıyorlar. O nedenle müzakere
sürecinde Türkiye’de olabilecek bir sapma, süreci kesme veya komisyonun ağzıyla
”askıya alma” yaptırımıyla karşılaşacaktır. Komisyon önerdiği stratejinin
”ikinci ayağı”nda da; ”... Katılım müzakereleri, kararların oybirliğiyle ve tüm
AB üyelerinin katılımıyla alınacağı Hükümetler arası bir Konferans çerçevesinde
gerçekleştirilecektir. Müzakere, karmaşık bir süreçtir...” diyerek, AB’nin
heterojen yapısının Türkiye için oldukça yaptırımcı bir özellik taşıdığını
vurguluyor. Stratejinin ”üçüncü ayağı”nda da ilişkilerin sıkı bir diyalogla
gelişebilceği öngörüsünde bulunarak; ”güçlendirilmiş bir siyasi ve kültürel
diyalog” çerçevesinde sivil toplum kuruluşlarının aktiv rol oynamasını
öneriyor. AB komisyonu müzakere sürecinin başarılı ve etkin yürümesini sağlamak
amacıyla olsa gerek, Türkiye yöneticilerini ciddi bir biçimde uyararak,
üyeliğin öyle çantada keklik olmadığını diplomatik bir dille vurguluyor:
”Komisyon müzakere sürecinin Türkiye’deki reform sürecini ileriye götüreceği
konusunda şüphesi yoktur. Bu süreç doğası gereği ucu açık bir süreçtir ve
sonuçları önceden garanti edilemez.”
Bundan şu sonuç çıkarılabilir: Türkiye, AB’nin norm ve kriterlerini
eksiksiz yerine getirmediği, demokratik ve humaniter değerleriyle buluşmadığı
sürece, kapıda bekleyecektir. AB’nin mevcut norm, kriter ve değerleri Kürtlerin
politik istemlerinin en alt sınırını karşılıyor. O nedenle, Kürtlerin AB’nin
Türkiye ile genişleme sürecini aktiv bir şekilde desteklemeleri kendi çıkarları
bakımından doğrudur ve Kürtler bu süreci hızlandırmalı, olanaklı ise aktiv
müdahil olarak desteklemelidirler.
AB’ye
yönelinmeli
AB perspektivi, vizyonu Kürt halkının yakın ve
orta vadeli ulusal demokratik istem ve çıkarlarıyla çakışıyor. Uzun vadeli
demiyoruz, çünkü Kürt halkının kendi coğrafyasında, kendi topraklarında
bağımsız devletini kurması daha doğru ve daha gerçekçi bir hedef ve amaçtır.
Bağımsızlık amacı ve gerçekleşme süreci başka bir yazı konusudur. Kaldı ki, AB
süreci ve doğrultusu bu ileri amaçla ne çelişiyor, ne de engelleyici ögeler taşıyor,
aksine bağımsızlık amacının gerçekleşebilmesinin objektiv ve subjektiv
şartlarının gelişip olgunlaşmasını sağlıyor. AB’nin içine alt yönetim
modelleriyle de olsa girmiş bir Kürt halkı ve Kürdistan coğrafyası,
sosyoekonomik ve sosyopolitik ve de sosyokültürel entegrasyon, gelişme ve
ilerleme süreçlerini sindirerek yaşayacağı için, bağımsızlığın maddi
koşullarını olgun hale getirerek daha sancısız bir biçimde bağımsızlığını elde
edebilecek ve de kalıcılaştırabilecektir. Bu bakımdan, AB süreci, üyeliği, hangi
model yönetimle olursa olsun AB içinde yer almak, Kürt halkının bağımsızlık
amacıyla çelişmez. Ne var ki, AB içinde yer alan Kürtlerin ekonomik, sosyal,
kültürel ve de politik gelişme ve olgunlaşmaları mevcut gerilik dikkate
alındığında hayli zaman alacak ve bu da bağımsızlık amacını uzun bir zamana
yayacaktır. Kazasız belasız ama uzun bir yolun selameti göz önünde
bulundurulduğunda, Kuzey Kürdistan halkının, Türkiye üzerinden AB’ya dahil
olmaları, her bakımdan gelişme hedeflerini yakalayarak güçlenmesi, süreci
olabildiğince az kayıplı, az ağrılı ve az sancılı yaşaması, bağımsızlık
hedefinin koşullarını, süreci sindire sindire yaşayarak olgunlaştırması daha
gerçekçi ve doğru olandır. AB’yi oluşturan değer, norm ve kriterler, Kürt
halkına bu rahatlığı kendi şartlarında göreceli de olsa yaşatacaktır. AB içinde
yer alacak olan Kürtler, kendi iç demokratikleşmelerini de gerçekleştirme
imkanı bulacaklardır.
Anti
sömürgecilik
Türkiye devletinin bir sömürgesi olan Kuzey
Kürdistan, şayet Türkiye AB’ye tam üye olarak alınırsa, sömürge statüsünde bir
değişiklik olmadan AB’ye girmiş olacak. Ne ki, AB’ye üyelik sürecinde yaşanacak
gerçekten reformativ gelişme ve değişimler Kürtlerin özyönetim modellerini
beraberinde getirecektir. Ancak Türkiye AB’ye tam üye olmadan, Kürt halkının
geri veya ileri düzeyde, özyönetim modellerini elde etmesi, yaşaması,
Türkiye’nin politik geleneği dikkate alındığında, imkansız olmasa da, oldukça
güçtür. O nedenle, Kürt halkı ancak Türkiye tam üyelik statüsü elde ettikten
sonra kendi cografyasında AB şartlarına uygun bir özyönetim modeline
kavuşabilecektir. Bugünku verili koşullarda, AB içindeki çok uluslu devletler
bakımından görülen en ileri model Belçika örneğidir, ki bu ileride daha da
olgunlaşarak, daha ileri ögelerle güçlendirilerek Kürt halkı ve Kürdistan’a
uyarlanabilir. Kürt halkı kendi coğrafyasında, kendi bağımsız devletini
kurmadığı sürece eski veya yeni sömürgeci boyunduruktan kurtulmuş olmaz. AB’ye
geçiş de bu gerçeği değiştirmiyor. Değişecek olan, Türkiye sömürgeci yönetiminin
artık Brüksel ile paylaşımı olacaktır ve hiç kuşkusuz bu eski durumdan hayli
ileri ve daha iyi olacaktır. Baskıcı, yok edici bir sömürge yönetiminden,
liberal ve görece demokratik bir sömürge yönetimine geçişi yaşayacak Kürt halkı
AB ile. Bugünün genişleyip büyümekte olan Avrupasına temel teşkil eden Kopenhag
politik kriterleri, verili şartlarda ileri olsa da, yarın ki Avrupanın gelişme
koşullarına yanıt veremeyecek geri ilkeler olacaktır. Kopenhag politik
kriterlerinin yürürlükte olduğu, yönlendirdiği AB’ye giren bir Türkiye,
egemenliğini Brüksel ile paylaşarak bu birliğe girmiş olacaktır. AB’nin politik
merkezi olarak Brüksel’in, Kürt halkı ve Kuzey Kürdistan üzerinde klasik,
baskıcı bir sömürge yönetimini sürdüreceği düşünülemeyeceğine göre, Kuzey Kürdistan
halkının ”demokratik sömürgeci AB merkezini” tercih etmesi gerekir. Ve böylesi
bir durum, Kürtlerin hep söylediği gibi, ”bir Avrupa ülkesinin sömürgesi
olsaydık, şimdiye değin sorunumuzu çözmüştük” düşüyle de örtüşüyor! Türkiye
AB’ye tam üye olduktan sonra, Kürt halkı, ulusal demokratik savaşımını,
Brüksel’in söz sahibi pozisyonuyla birleştirerek, demokratik ve barışçıl
yöntemler ve diyalogla sorununu çözme olanağını elde edecek ve bu Kürt
halkının, kendi haklarını, olması gereken düzeyde elde etme sürecinde, maddi ve
insansal kaybın önünü alacaktır. Türkiye’nin AB’ye girmesi, Kuzey Kürdistan
halkının anti sömürgeci savaşımına yeni bir içerik ve boyut getirecek,
kazanımların kalıcılaşmasını sağlayacak ve büyük amacın, yani bağımsızlığın
maddi şartlarının olgunlaşma süreci yaratılmış olacaktır.
Kürt
pozisyonu
Türkiye’nin AB’ye girmesi, komisyon raporundan
da anlaşıldığı gibi, büyük ölçüde, hatta belirleyici boyutta da denebilir, Kürt
endekslidir. AB komisyonunun tercih ettiği tüm geri kavram ve üsluba rağmen bu
”Kürt faktörü” belirgindir. Türkiye devlet olarak en başta ve kapsamlı olarak
”Kürt sorunu”nda AB standartlarını uygulamazsa tam üyelik gerçekleşemez. AB
yetkilileri bunu çoğu zaman diplomatik üslubu aşan tonda dile getiriyorlar ve
bu Kürtlerin lehine bir tutumdur. AB içinden, Türkiye ve Kürt sorunu için
Ispanya’dan Belçikaya kadar kimi ”örnek çözüm” modelleri öneriliyor. Ancak tüm
bu pozitiv yaklaşımlara karşın asıl belirleyici güç Kürtlerin kendi
pozisyonlarıdır. Kürtler kendilerini, sorunlarını nasıl adlandırıyorlar ve
çözüm için çok somut olarak, ”ne” ve de ”nasıl” öneriyorlar! Bu çok önemli ve
can alıcı sorular ikircimsiz, zigzagsız yanıtlanmadan, ona göre pratik
politikalar oluşturmadan, alternativ formüller yaratılmadan ve bu komple hazırlığa
uygun etkili bir diplomatik misyon örgütleyip uygulamaya koymadan, ne AB ile
uyumlu, ne de AB’yi etkileyici ve bu etki alanı içinde Kürt halkının istem ve
amaçları doğrultusunda yönlendirme yapılabilir, yol alınabilir.
Kuzey Kürdistan bakımından, Kürt halkının AB ile
entegreli net bir politik hazırlık ve pozisyonu ne yazık ki yoktur. Kuzey
Kürdistan’da güçlü kitlesel bir örgütlülük olmasına karşın, bu güç diplomatik
saha da, bu reel gücünün oldukça gerisinde. Bu objektiv gerilik, -aslında
yokluk daha doğrudur!-, AB Türkiye ilişkilerinde, görüşme süreçlerinde, AB
tarafından hazırlanan rapor veya diğer önemli belgelerde, Kürt halkının istem
ve amaçları, AB’nin kendi moral değerlerinin oluşturduğu sorumluluk
çerçevesinde biçim alıyor, dile getiriliyor ya da vurgu yapılıyor. Dünyanın
hiçbir yerinde Kuzey Kürdistan’da görülen türden bir paradoksal durum yoktur.
Güçlü bir kitlesel hareket ve örgütlülük, Türkiye’yi her alanda kıskaca sokacak
derece de etkili bir Kürdistan opozisyon hareketi, diplomatik planda bu
varlığıyla, gücüyle bu kadar mı orantısız bir siliklikte olabilir! Ama ne yazık
ki, Kuzey Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, PKK ve geleneği öncülüğünde,
direnişçi bir savaşım çizgisine, örgütlü kitleselliğe, legal planda elde edilen
azımsanmayacak oy oranı ve yerel yönetim mekanizmalarına rağmen, uluslararası
alanda, diplomasi düzeyinde, marjinal bir etki dahi yaratamayacak durumdadır.
PKK ve geleneği olarak Kongreya Gel’in, bu paradoksu görmesi, anlaması ve
muhakkak bir çözüm üretmesi gerekir. Öte yandan PKK geleneği dışında kalan kimi
politik oluşum ve çevreler de, toparlanıp etkilerini arttırmak yerine,
geleneksel amipleşme sürecini adeta derinleştiriyorlar! Bir yanda verili
koşullarda örgütlü, güçlü ve kitlesel PKK-Kongreya Gel hareketi, gücüyle
orantılı bir diplomasi atağı yapacağına, tam tersine bir diplomasi hezimeti
yaşıyor, beri yandan marjinal Kürt parti ve grupları da başka bir savrulma
süreci yaşıyorlar. Ve ne acıdır ki, topyekün Kuzey Kürdistan parti ve grupları,
çok yaşamsal bir sorun olan AB sürecinde dahi yakınlaşmıyor, ortak bir eğilim
yaratmıyorlar. Bu çok güncel ve spesifik konu da dahi, ulusal çıkarlara hizmet
eden ortak bir tutum takınmıyorlar. Kürt halkının istem ve amaçlarını bir
deklerasyon halinde formüle etmiyor, birlikte sunma ortamı oluşturmuyorlar. En
asgari koşullarda ve koordinasyon halinde Kürt halkının politik istemlerini
AB’ye sunamıyorlar! Türkiye AB görüşme süreçleri, Kürtsüz yürüdü şimdiye kadar,
bundan sonra da, en azından Kürtler akıllarını başlarına devşirmedikleri, hızla
koordineli bir tavırla, ortak talepler deklerasyonu hazırlamadıkları ve
sunmadıkları sürece, Türkiye AB görüşmeleri ”ikili” gidecektir. Koordineli bir
ortak ”Kürdistan pozisyonu” ortaya çıktığı zaman, sürece etkili ve yönlendirici
bir müdahale olabilir ve bu pozisyona orantılı bir sonuç elde edilebilir.
Kuşkusuz doğru olan böylesi bir ”ortak ulusal irade” yaratarak AB sürecine
müdahil olmaktır. Ancak Kuzey Kürdistan’da büyük ve örgütlü güç olan PKK
geleneği bile, bir başına etkin ve de insiyatifli bir pozisyon almıyor veya
alamıyor! Bu olmadığı sürece, herşey AB ve AB’nin norm, değer ve ilkeleri
çerçevesinde, onların vicdan ve insiyatifinde ve onların formül ve üsluplarıyla
ele alınıp yürütülecektir. Kürtlerin mevcut pozisyonu, insiyatif faktörü ve
etkili rol oynama boyutunda değil, pasiv izleyici konumudur. Sürece müdahil ve
yönlendirici olmanın yolu, aktiv olmadan ve koordineli bir ”Kürdistan misyonu”
yaratmaktan ve bunu pratiğe aktarmaktan geçiyor. Kuzey Kürdistan ulusal
kurtuluş hareketi, bu diplomasi zaafını aşmadığı sürece, uluslararası alanda
çok ciddi sıkıntılar yaşamaya devam eder.
AB’yi anlamak
AB komisyonu, genişlemeden sorumlu komiseri
Günter Verheugen’in hazırladığı raporu, 6 ekimde müzakere tavsiyesiyle birlikte
açıklayarak, topu 17 aralık konsey toplantısına attı. Verheugen raporuna son
şeklini vermeden önce eylül ayında Türkiye ve Kürdistan’a gitti, Diyarbakır’a
uğradı, başta belediye başkanı Osman Baydemir olmak üzere, Kürtlerle bazı
sınırlı görüşmeler yaptı. AB yetkililerinin her seferinde, Ankara’dan sonra
Diyarbakır’a uğrama tavrı gelenekselleşti ve hiç kuşkusuz bu olumludur, Kürt
halkıyla dayanışma anlamına geliyor, ayrıca da Kürdistan başkentinden Ankara’ya
çok yerinde bir politik mesaj oluyor. Ancak, Verheugen’in Kürdistan gezisine
rağmen, raporun Kürtleri ilgilendiren bölümleri, diplomatik tümce ve terimlerle
serpiştirildiği için, AB’nin niyetini sözcük labirentleri arasında maharetle
bulmak ve okumak gerekiyor! Ne ki, madalyonun her iki yüzüne ve objektiv olarak
bakıldığı gibi, raporun Kürtleri ifade etmeye çalışan paragraflarına bakılırsa;
ortaya her şeye karşın ”Kürt’ün lehine” çevrilebilecek çizgilerden oluşan bir
resim çıkıyor. AB’nin taktik yaklaşımından anlaşılıyor ki, Türkiye, müzakere
süreciyle zapturapt altına alınarak, AB
standartlarının yasal prosedürü hazırlanacak ve bu değişim sürekli denetim
yöntemiyle pratikte uygulanmaya çalışılacak. Türkiye’nin bugüne kadarki ağırdan
alma, kendine göre ve istediği zaman değişiklikler yapma politikalarının AB’yi
böylesi bir taktik tavıra yönelttiği açık. Türkiye’nin ”değişim sicili” bozuk
olduğu için bizce AB’nin böylesi bir politik manevra ile Türkiye’yi
markajlamaya alması, ekonomik ve politik pres yaparak ”değişim”i ilerletmesi
yanlış değildir. Bu AB preslemesi ile olabilecek değişimin kalıcılaşması ise,
Kürt halkının göstereceği politik tutum ve kararlılığa ve aynı zaman da, sağlam
ve yaygın örgütlülüğüne bağlıdır. Kürt halkı örgütlü gücünü arttırdıkça, AB’nin
direkt ya da dolaylı olarak Türkiye üzerinde kurduğu denetim, etkili ve
yönlendirici olabilir. Kürt halkının göstereceği örgütlü politik kararlılık ile
AB’nin planlı baskıları Türkiye üzerinde demokratikleşme yönünde belirleyici
etki yaratır. Kürdistan ulusal demokratik savaşımı ve AB’nin demokratikleştirme
çabaları eğer uyumlu ve koordineli bir biçimde sürdürülebilse, Türkiye tam bir
sandiviç operasyonuyla ciddi pozitiv gelişme ve değişime doğru
yönlendirilebilir ve sonuç aldırılabilir. O nedenle, Kürdistan ulusal
kurtuluşçularının AB sürecini, AB’yi anlayarak, ulusal demokratik kazanımları
arttırıcı, geliştirici ve kalıcılaştırıcı önemli bir dış dinamik olarak
sağlıklıca değerlendirmeleri gerekir. Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, özgün
bağımsız duruşunu koruyarak, AB ile geliştireceği sağlıklı diyalog ve
karşılıklı yarar ilkesi çerçevesinde oluşturacağı politikalar, paralel ve
dayanışmacı pozisyon ve ilişkiler, Türkiye’yi sağlıklı ve kalıcı bir demokratik
değişim ve dönüşüme doğru yönlendirir ki bu Kürdistan ve Kürt ulus sorununun
nihai çözüm koşullarını olgunlaştırır. AB süreci bu pozitiv potansiyeli taşıyor
ve Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi bunu önemsemeli ve sağlıklı bir biçimde
ve de kararlılıkla değerlendirmelidir. Böylesi bir perspektivle AB anlaşılır ve
değerlendirildiği sürece, AB’nin de Kürdistan ulusal kurtuluş hareketini,
Kürdistan sorunu ve davasını anlaması olanaklı olabilir. Tüm renk, desen ve
motifleriyle Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, AB’yi doğru bir biçimde
anlayıp değerlendirdikçe, AB’nin de Kürdistan sorununu doğru anlaması sağlanmış
olur. Bir başka deyişle, AB’nin doğru algılanması, anlaşılması, AB’nin de Kürt
halkının gerçek sorununu doğru anlamasını beraberinde getirecektir. Kürtler
AB’yi kendi şartlarında anlamaya çalışmalı ve bu kez kendi sorunlarının
çözümünde etkili bir potansiyel güç olarak değerlendirebilmeli, bu beceriyi
gösterebilmelidirler.
Politik
illüzyon
Kimin Kürt’ü nasıl gördüğü, adlandırdığından
önce Kürt kendisini nasıl görüyor ve adlandırıyor. Kürt kendisini
adlandırmakta, sorununu ifade etmekte, çözüm formülünün bulunup uygulanmasında
ikircimsiz ve net ise, önemli ve belirleyici olan budur. Kürt bu konuda
göstereceği kararlılıkla, diş dinamikleri kendi yararına harekete geçirebilir
ve bunu başarabildiği sürece de kazanımlarını arttırıp, kalıcılaştırabilir. Bu
süreçte öne çıkan başlıca engellerden biri de kavramsal salvolardır. Karşıt
güçlerin yarattığı kavramsal karmaşa bir etkisizleştirme aracına dönüştürülerek
kullanılır. Bu türden çabaların boşa çıkarılmasının ana yöntemi, kendini çok
berrak bir biçimde ifade etmektir. Özellikle 6 ekim raporuyla aktüel hale gelen
”azınlık” kavramı bu bağlamda değerlendirilmelidir. Egemen taraf, ”azınlık” ya
da ”minorite” kavramını politik pozisyonuna göre tarif edemez. Her kavramın bir
bilimsel definasyonu var. Mayorite (çoğunluk) ve minorite (azınlık) kavramları,
sosyolojik bir faktı ifade ederler. Bu halk ya da ulus karakterli olabileceği
gibi, sosyal katman, grup ve kategoriler için de kullanılabilir. Hiçbir ulus
veya halk, sosyal ve sınıfsal anlamda homojen değildir. Aynı şekilde
devletlerde ”etnik homojen” olamıyorlar. Heterojen sosyal ve etnik doku, bu
kavramları doğurur. Bu bakımdan, eğer kavramsal definasyonda bir berraklık
yoksa, bu kez özellikle ”egemen taraf” akıl almaz bir politik illüzyonla
zihinleri bulandırmaya çalışır. Türkiye’nin doğruları saptırarak yaptığı da
budur. Tabi bir de ”cumhuriyetin aslı unsuru” lafzı hemen ortaya atılıyor ki,
bu da tam bir kandırmaca, kaba bir propaganda ve iğrenç bir politik
illüzyondur! Bugünlerde Kürtlerin, TC’nin asli kurucu unsuru olarak tekrar
lanse edilmesi, 1920’li yıllardaki kandırma politikalarının çok bayağı bir
versiyonudur. Cumhuriyet, Kürtleri ”asli unsur” değil ”payanda” olarak kullandı
ve cumhuriyeti öyle kurdu! Kürtler o dönem ”islam ve kardeşlik” söylemiyle
aldatıldılar, ama bugün o Kürt yok ve bu ”asli unsur” kumpas kurgucuları
Kürtlerin başına çorap öremeyeceklerdir veya öyle umut edilir!
Bir kez, Kürtler bakımından sorun açık ve
berraktır, öyle olmalıdır. Kürdistan’ın en büyük parçası Türkiye’nin sömürgesidir.
Türkiye, Kürdistan coğrafyasının büyük bölümünü işgal ve ilhak etmiş ve sömürge
statüsünde boyunduruk altında tutyor. Böylesi bir politik statü içinde,
çoğunluk ve azınlık kavramlarından söz edilmez. Kürdistan bir ülke olarak
sömürgedir, Türkiye’de bir devlet olarak sömürgecidir. Burada önde ve
belirleyici olan ”sömürge” ve ”sömürgeci” kavramlarıdır. Türkiye ve
Kürdistan’in pozisyonlarını, politik niteliklerini belirleyen bu kavramlardır.
Böylesi bir ilişkinin yaşandığı devletlerde, bazen egemen sömürgeci devlet
nüfussal ve coğrafyasal olarak, elinde tuttuğu sömürge ülkenin coğrafyasından
ve sömürge halkın nüfusundan az ve küçük olabilir. Böylesi bir durumda
”azınlık” sömürgecidir, ”çoğunluk” sömürgedir. Bu türden örnekler çoktur.
Avrupalı birçok devlet, Afrika’da, Asya’da, Latin Amerika’da, toprak ve nüfus
olarak kendilerinden hayli büyük ve çok ülke ve halkı sömürgeleştirdiler, yani
çoğunluk üzerinde azınlık hegemonyası kurdular. Tabi tersi durumlar da, yani
çoğunluk nüfusa ve büyük toprağa sahip olup, azınlık nüfus ve küçük toprağa
sahip ulus ve halklar üzerinde sömürgeci egemenlik kuran devletler de oldu ve
halen de var. Bu kategorik farklılıkla birlikte öncelikli ve belirleyici olan,
”sömürge” ve ”sömürgeci” kavramlarıdır. Ne ki, Osmanlıdan beri ve özellikle de
TC’nin kuruluşu ve sonrası yıllarda, bilinçli bir sömürgeci politika ile
Kürdistan’ın demografik yapısı alt üst edilmeye çalışıldı. Zaten 1980’li
yıllarda Kürdistan’da başlayan örgütlü, etkin ve yaygın silahlı korunma ve
koruma savaşımı, yani gerilla savunma savaşımı sonrasında ise daha vahşice
sürdürüldü bu yerinden etme politikaları. Türklerin bu yüzyıllara varan
demografik yıkım politikaları ve zora dayalı göç ettirmeler sonucu, Türkiye’nin
orta, güney ve batı bölgelerinde çok yoğun bir Kürt nüfus birikmesi meydana
geldi. Bugün sadece Istanbul’da beş milyona yakın bir Kürt nüfus yaşıyor.
Ankara, Izmir, Konya, Adana, Mersin başta olmak üzere, daha birçok Türkiye
kentlerinde de beş milyona yakın Kürt yaşıyor. Bu kentlerin çoğunda Kürtler, görece
homojen koloniler halinde yaşıyorlar. Istanbul, Ankara, Konya, Izmir, Adana,
Mersin başta olmak üzere, diğer Türkiye kentlerinde yaşayan Kürt nüfus yaklaşık
on milyondur. Kuzey Kürdistan nüfusu ise yirmi milyonu aşkındır. Türkiye
içinde, -Kuzey Kürdistan dışında-, farklı il ve ilçelerde ama görece homojen
koloniler halinde yaşayan bu yoğun Kürt nüfus, ”azınlık” yani ”minorite”
kategorisinde değerlendirilebilir. Bu Kürt azınlığın etnik ve demokratik asgari
talepleri, AB’nin demokratik yapısının omurgasını oluşturan Kopenhag politik
kriterleri kapsamında ele alınmalı ve bu çerçevede acil bir çözüme
kavuşturulmalıdır. Bu Kürt azınlığın etnik ve demokratik istemlerinin
”azınlıklarla ilgili sözleşmeler” çerçevesinde olabilecek çözümü, Türkiyenin
sömürgesi olan Kürdistan ve halkı için ancak görece bir ara çözüm
olabilir. Bu bakımdan, Türkiye’nin resmi
”misak-ı milli” sınırları içindeki ”Kürt problemi”, iki yönlüdür ve doğal
olarak çözümü de farklı içerik ve özellikler taşıyor. Ancak bu birbirinden ayrı
karakter ve çözüm modellerine karşın, özellikle ve en başta ”sömürge”
”sömürgeci” ilişkilerinin tasfiye edilmesi, Kürdistan’ın özgürleşmesi, ”self-
determinasyon” koşullarına kavuşması, farklı Türkiye kentlerinde ama topluca
yaşayan Kürtlerin demokratik ve etnik taleplerine kavuşmasını sağlar. Ne var
ki, Türkiye kentlerinde yaşayan Kürtlerin ”azınlık” haklarına kavuşmaları,
Kürdistan’ın politik yapı ve statüsünü
değiştirmez, ama nihai kurtuluş yolunda kayda değer bir kazanım olarak ara
çözüm modelinin hayat bulmasını sağlar. Kürdistan ve Kürt halkının bu reel
durumu dikkate alındığında, ”azınlık” kavramı ve ”azınlığa göre çözüm” formül
ve modeli, red edilecek bir önerme değildir. Kuzey Kürdistan ulusal kurtuluş
hareketi, AB’nin esas olarak Kürtleri kastederek geliştirdiği ”azınlık hakları”
projesi, tüm geriliğine rağmen, yukarıda izah ettiğimiz koşul ve çerçevede ele
alınmalı, değerlendirilmeli ve desteklenmelidir. Verili koşullarda, AB’nin
”Kopenhag politik kriterleri” içinde ifadesini bulan ”azınlık hakları” talebi
sahiplenilmeli ve Türkiye’nin bunu kabul etmesi için AB ile entegre bir
politika geliştirilmelidir. Türkiye’nin ”azınlık” kavramı definasyonu baştan
beri yanlıştır, bilimsel değildir, yılların inkar politikalarının adıdır. O
nedenledir ki yıllardır uygulamadığı Lozan antlaşmasına dayalı geri definasyona
bugün hararetle sarılıyor. AB’nin raporunda yer verdiği ”azınlık” kavramı
definasyonu ise, Türkiye’ninkinden ileri, ama Kürtlerin kavramsal
definasyonundan geridir. Buna göre, Kürt halkı AB sürecine dahil olmak isteyen
Türkiye devletine karşı, AB ile paralel ve entegre bir biçimde, ”azınlık
hakları”nın eksiksiz yaşama geçirilmesini sağlamalıdır. Bu ”azınlık hakları”
projesi, Türkiye’nin belli başlı büyük kentlerinde topluca yaşayan Kürtlerin
özyönetimsel bir model ile etnik ve demokratik haklarının tanınması ve
kullanılması şeklinde acilen pratiğe geçirilmelidir. Bu adım Kürdistan
sorununun çözümünü de önemli oranda kolaylaştıracaktır. Azınlık hakları
projesinin yaşam bulmasıyla, Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, Türkiye’nin
sömürgeci devlet aygıtında muazzam bir gedik açmış olacak ve bu da esas büyük
kurtuluşun yolunu genişletecektir.
Türkiye’nin AB’ye üyeliğe hazır hale geliş
süreci, zaten ”azınlık hakları”nın kabülü ve esiksiz uygulamasıyla olanaklıdır.
AB’ye üye olan Türkiye, sömürgeci devlet statüsünü uzun süre sürdüremez. Kaldı
ki, AB’nin ”egemenlik paylaşımı” ilkesi çerçevesinde, Brüksel ortak yönetimi,
Kürdistan üzerinde Türkiye eliyle ”sömürgeci güç” olacaktır ki, AB’nin yapısı,
değerleri, normları ve ilkeleri bunu taşıyamaz. Böylesi bir süreçte, Kürdistan
ulusal demokratik güçleri de, Brüksel yönetimi üzerinden Türkiye’yi zorlayarak
çözümü dayatır ve kabul ettirirler. Bir bütün olarak AB, Brüksel yönetimi,
kendi moral ve etik değerlerini, demokratik ilkelerini çiğneyerek, Türkiye’nin
sömürgeci karakterine ortak olacak bir çöküntüyü, paradoksu yaşamak istemezler,
yapamazlar, kendilerini inkar edemezler. Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi,
AB’ye üye olmuş, sömürgeci karakter ve statüsüne AB’yi de ortak etmiş bir
Türkiye’yi, AB platformunda, demokratik savaşımla çözüme mecbur edebilir. AB
üyesi olan bir Türkiye ile sürdürülecek demokratik savaşım, AB yönetiminin
sorumluluğu ve bir ölçüde de garantörlüğü ile Kürdistan sorunu daha sağlıklı
bir çözüme kavuşacaktır. Türkiye’nin geleneksel saldırganlığı, imhacılığı AB
süreciyle ve soruna AB direkt dahil edilerek önlenebilir. Kürdistan’ın bir
Filistin ve Çeçenistan örneğinde olduğu gibi, yakım ve yıkım yaşamaması,
Türkiye’nin AB süreciyle ve AB ile birlikte sağlanabilir. Türkiye’nin uzun vade
de Kürdistan ve Kürt halkı üzerindeki, Sırpların Balkanlardaki vahşi
politikalarına benzer bir saldırganlık ve yoketme politikalarının önünü almak,
demokratik savaşımla ulusal demokratik hakları elde etmek için, AB sürecinin
sağlıklı ve pozitiv gelişmesine katkı yapacak politikalar geliştirilmeli ve
uygulanmalıdır. Kürt halkı, AB üyesi olmuş bir Türkiye’nin ”resmi sınırları”
içinde de olsa, Kürdistan coğrafyasında hangi model altında olursa olsun
özyönetimini kurma olanağını elde edebilir. AB içinde ve ulusal coğrafyasında
görece egemen özyönetimini kurmuş Kürt halkı, AB’nin refah düzeyi ve ileri
yaşam standardını elde ederek, ilerde bağımsız olabilme şartları ve iradesini
olgun hale getirebilir. Türkiye üzerinden AB’ye girmiş, AB’nin demokratik değer
ve ilkeleri çerçevesinde coğrafyasında özyönetimini kurmuş bir Kürt halkı, koşullar olgunlaştığında,
”self-determination” hakkını kullanarak ayrı ve bağımsız devletini kurabileceği
gibi, aynı bağımsız ve egemen yapı ile, AB’nin konfederal yapısı içinde de yer
alabilir.
İyimser bakış
Sonuç olarak, AB komisyonu 6 ekim raporuyla
Türkiye’nin ”müzakere süreci”nin başlaması için yeşile dönük sarı ışığı yaktı
ve 17 Aralık AB konsey toplantısına tavsiyede bulundu. Konsey’den nasıl bir
karar çıkar, henüz tam olarak bilinmemekle beraber, AB’nin büyük merkezlerinden
yayılan heberlere göre komisyonun tavsiyesine uyulacağı ve ”müzakere tarihi”nin
verileceği kesine yakın gibidir. AB’nin, komisyon, konsey, parlemento ve diğer
kurumları, Türkiye’de Kürtler için sadece ve ısrarla kullandıkları ”azınlık”
kavramı, geri terim ve sözcüklere karşın, negativ bir tutum içinde de
değildirler. Kendi bakış açıları, gereksinim ve çıkarları doğrultusunda da
olsa, Kürtler için bir çözüm önerisini Türkiye’nin önüne koyuyorlar. Bunu
yaparken, kuşkusuz yanlışlıklar yapıyorlar, en başta Kürtleri Türkiye ile eşit
bir politik partner olarak ele almıyorlar, Kürt taleplerini bizzat Kürt
temsilcilerini muhatap alarak formüle etmiyorlar. Dolayısiyle onların çözüm formülü,
şekli ve zamansal hızı, Kürtlerinkiyle uyuşmuyor, çakışmıyor. Kürtlerin haklı
olarak acelesi ve ileri talepleri var. Ne var ki, AB’nin Kürtlere karşı çok
özel bir kasıtları olduğu da söylenemez. Ayrıca, Kürtler de, bu süreçte AB
karşısında Türkiye ile birlikte partner olabilecek, ne bir ortak ulusal irade
gösterebildiler, ne etkili bir diplomasi geliştirebildiler, ne de somut, öz ve
rasyonel bir çözüm planı sunabildiler. Kürtlerin bu ciddi zaafına karşın,
AB’nin 6 ekim raporu sonrasında, Saharov ödülünü verdiği Kürt politikacı Leyla
Zana ve arkadaşlarını Brüksel’de üst düzey devlet protokolü ile ağırlaması, bir
dizi görüşme yapması, parlamentoda özel konuşma olanağı sunması, ortak basın
toplantısı düzenlemesi, önemsenmesi gereken pozitiv yaklaşımlardır. AB, iki
hafta arayla önce Türkiye başbakanını parlamentoda konuşturdu, sonra da Leyla
Zana’yı aynı kürsüde ağırladı ve kısa sayılamayacak bir konuşma süresi tanıdı,
konuşması ayakta alkışlandı. AB’nin Leyla Zana ve arkadaşlarına uyguladığı
protokol ve seramoni, formel de olsa, -kaldı ki haksızlık edilmemeli,
formalitenin ötesinde, Kürt halkıyla içten dayanışan bir öz taşıyordu-, sıcak
bir karşılama yapıldı. Kürdistan ulusal kurtuluş hareketinin, uluslararası
diplomatik savaşım koşullarını rasyonel bir biçimde değerlendirmesi gerekir.
Kürtler kendi şartları ve istemleri içinde AB’yi görmek istiyorlar ve bu
anlayışla karşılanabilir. Ne var ki, rasyonel olan, AB’yi kendi şartlarında
kabullenmek, reelpolitik ve karşılıklı yarar ilke ve gelenekleri içinde AB’ye
yaklaşmak ve ilişki geliştirmektir. AB’nin çözüm öneri ve formülleri, ilişki ve
diyalog kurularak, geliştirilerek daha ileri bir düzeye getirilebilir, Kürt
halkının çözüm planlarına yakınlaştırılabilir. Doğru olan, gerçekçi olan
Türkiye’nin AB üyelik süreci ile bağlantılı olsun ya da olmasın AB ile sıkı bir
diyalog içinde olmak, Kürt halkının hak ve taleplerini ilk ağızdan ve direkt AB
ile konuşmak, iletmek ve onları bu doğrultuda yönlendirmektir. Bunun için
dağınık değil, ortak ve koordineli bir ulusal temsil gücüyle AB ile ilişki
geliştirmek gerekir. AB’ye uzak durmak, Kürt halkının çıkarlarıyla bağdaşmıyor,
aksine zarar veriyor. AB’ye yönelik eleştiriler, uzak durarak değil, diyalog
içinde olarak etkili olabilir, yararlı sonuçlar yaratabilir.
6 ekim raporu sonrası gelişmeler ışığında Leyla
Zana ve arkadaşlarının Brüksel gezisi ve AB ile görüşmeleri kapsamında yapılan
konuşmalar, temaslar, verilen mesajlar, politik içerik olarak ele alındığında,
aslında çok eleştirilen AB perspektivinin ilerisinde değildi. Leyla Zana’nın
parlamento konuşması politik içerik olarak oldukça vasat bir düzeydeydi. Çok
popülist bir ”barış ve kardeşlik” teması egemendi. Kürt halkının, Kürdistan
sorununun can alıcı yönüne vurgu yapılmadı. Konjonktürel bir üslup ve içerikle
yapılan konuşma, formel olarak da yanlış yapıldı. Avrupa parlamentosunda
yapılan konuşmanın ilk bölümü Kürtçe olmalıydı, yani konuşmaya önce Kürtçe
başlanmalıydı. Bu sadece şekile ilişkin değil, politik tutum ve ayrıca uğruna
on yıl hapis yattığı değerlere saygı anlamında da öyle olmalıydı. Ayrıca, Leyla
Zana, Kürt halkının istemlerini çok net, berrak ve savaşım gücüne orantılı bir
formülasyonla sunamadı. Zana, konuşmasının içeriğini, AB’nin çok eleştirilen
yaklaşımıyla benzeştirdi. Türkiye devletinin ”sistematik işkence” yapmadığı
şeklindeki AB görüşüyle çakışan bir tavır sergiledi ki bu aslında
objektivlikten uzaklaşmaktı. Leyla Zana’nın ”işkence” definasyonu ile Türkiye
başbakanı ve AB komisyonunun resmi definasyonu, Leyla’nın niyeti ne olursa
olsun denkleşti ki bu da Leyla’nın ”karşılıksız ödendi” dediği ”bedel” ile
çelişikti. Kaldı ki, Türkiye devleti
Kürdistan’da yaptığı yaygın operasyonlarla aralıksız bir ”sistematik işkence”
yapıyor. İşkence sadece ”falaka” dan ibaret değildir! Ayrıca sağlara yapılan
işkencenin sistematikliği bir yana, öldürülen özgürlük savaşçılarının temiz
bedenleri insanlık dışı yöntemlerle tahrip edilerek en ağır sistematik işkence
sürdürülüyor. Bunun yanı sıra, Kürdistan’da korkunç ve sistematik bir ”ekolojik
işkence” de yapılıyor. Leyla Zana’nın kenti Diyarbakır’da ”Hewsel
Bahçeleri”nde, ”terörist avı” adı altında, daha yakınlarda yapılan ağır
tahribat, çok ağır, planlı ve sistematik ekolojik işkenceydi, ki aslında
Kürdistan’da tam ve sistematik bir ekolojik jenosid de uygulanıyor!
AB’nin resmi yaklaşımı ne kadar eleştirilse de,
reelpolitik şartları dikkate alınarak, bir ”mazeret” bulunabilir ve ”ehveni
şer” kabul edilerek iyimser bakılabilir ve bakılmalıdır. Ama Kürt halkının
politik temsilcisi sıfatıyla AB kurumlarında bulunmak, konuşmak ve buna karşın,
yüzeysel bir içerikle yetinerek sadece sıradan ”Kürt hakları”ndan söz etmenin
mazereti bulunamasa da, Leyla Zana’nın savaşımı, AB ile temas ve ilişkileri
Kürt halkının savaşımıydı, saygındı. Leyla Zana’nın Kürtlere yönelik çağrısı
ise, ortak bir dileği ifade etti ve çok doğruydu, ayrıca zaman ve mekan olarak
da oldukça isabetliydi. AB, Leyla Zana’yı onurlandırdı ve bu Kürt halkına
sunuldu. AB, Leyla Zana’yı alkışladı ve bu hem Kürt halkıyla dayanışma anlamına
geldi, hem de Türkiye’ye ”Kürtleri de destekliyoruz” mesajı olarak verildi.
Tüm bu iyimser değerlendirme ve yaklaşıma
karşın, AB’nin Kürt halkını ve Kürdistan sorununu tam anlamıyla anladığı
kuşkuludur. O halde anlatılmalıdır. Ankara kriterlerinin, entrikalarının önünü
almanın yolu, 17 aralıkta, büyük ihtimalle, çıkacak müzakere kararı sonrası
süreçte olabilecek ”sürpriz” kaza ve belalara fırsat vermemenin çaresi, AB ile
diyalog, sıkı ilişki ve işbirliğinden ve sorunu iyice, sağlamca kavratmaktan
geçiyor.
ROJAN HAZIM
15 Ekim 2004